Bugün Yoklar…
Lozan görüşmelerinde kaç kere ara verildi. Görüşmeler uzadıkça uzadı. İtilaf devletleri ısrarla Sevr anlaşmasını dayatıp duruyorlardı. Türkiye için ise tam bağımsızlık pazarlık konusu asla olamazdı.
İngiliz Dış İşleri Bakanlığı temsilcisi Sir Harold Rumbold öfkeler içerisinde oturumda hiddetlenip duruyordu. Normal olarak Türklerde ulusal çıkarlarının peşindeydi. O buna tahammül edemiyordu. Sevr de Serv deyip duruyordu. İngiltere dış işleri bakanlığı İstanbul vekili Nevile Henderson’a başta İsmet İnönü’yü kastederek “Hiç bu kadar inatçı, aptal, can sıkıcı insanlara rastlamamıştım.” diye mektup yazdı. O ve onun gibiler bugünde İsmet İnönü için bunları söylerler. Rumbold, iki yıl öncede Ankara hükümeti Sevr anlaşmasını imzalamadığı için yine çok sinirlenmişti. O zaman da görüşme sonrası öfkelenmiş ve “Türkler kadar politik zekâsı az olanlarla karşılaşmamıştım. Onlara onaylama konusunda iyi niyet göstermelerini, böylece itilaf devletlerince değer kazanacaklarını söyledim” demişti. Halbuki Türklerin derdi İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan gözünde değer kazanmak değil, Türk halkının değer kazanmasını sağlamaktı. Başka bir gün yaptığı konuşmasında sözlerini daha da ağırlaştırmıştı. Hafif bir tebessümle “Kemalist Türkler hiçbir yabancının müdahalesi olmadan ülkelerini yönetebileceklerini düşünüyorlar” dedi.
Ama kısa sürede tebessümünde yanıldığını görecekti. Elbette kolay olmadı. O dönem sanat, zanaat işlerinde neredeyse hiç yoktuk. Kılıç Arslan’dan bugüne övündüğümüz süvari birliklerimizin at nallarını bile Ermeni, Rum zanaatkârlar çakıyor, onarıyordu. Sadece askerinin olması, sadece doktorunun olması, sadece hatibinin olması yetmiyordu. İyi bir askerdik ama devleti devlet yapmak sadece asker ile olmazdı. Devleti devlet yapmak için sadece bir ya da birkaç meslek yapmak yetmezdi. Devleti devlet yapacak olan marangoz, saraç, demirci, kunduracı, kaynakçı, semerci, döşemeci, kalıpçı, balıkçı, elektrikçi, avukat, doktor, mimar, mühendis, terzi ve diğerlerinin dengeli olmasıydı. Osmanlının son döneminde bu meslekler yabancılardaydı. İstiklal savaşımız başlıyordu. İstiklalimizin baş aktörü olacak süvari birliklerimizin nallarını Ermeni, Rumlara teslim etmek istemedik. Ve ilk iş olarak 1920’de Konya’da askeri nalbant zanaat okulu açtık. Buradan diploma alan gençler, Yunan ordusunun birliğini dağıtan, Yunan ordularını birçok yerden yaran süvarilerimizin en büyük yardımcıları oldular. Bu okulun diploma töreninde Mustafa Kemal Paşa şu hikâyeyi anlatmıştı. “Ordu Belgrad’a dayandığında padişah bir zanaatkar aramış ama onca insan içinde bir tane bile bulamamış. Zanaatkâr bulamayınca işi de kalmış. Bir süre sonra komutanlar bir zanaatkâr bulmuş ama padişah bulununca da çok üzülmüş.” Evet çünkü zanaatkâr olup işe yarayabilme, savaşmadan, ölmeden aşını kazanabilme yetisinin olduğunu gören askerler savaşmak istemeyebilirdi. Bu düşünce ile yüzlerce yıl yönetilmiş bir devlette, iğneden ipliğe her şeyde yabancılara bağımlı olmayı getiriyordu. Mustafa Kemal Paşa aynı konuşmasında “Sanatların en basiti, en şereflisidir” dedi. Zanaatkârları hürmet görmeyen haysiyet içinde yaşayamayan toplumlar da ahlak aranmaz olur. Aramakta doğru olmaz. Hürmet görmesini engelleyen, haysiyet ile yaşayabilme imkânını elinden alan sistem, çıkıp da ahlak sorgulaması yapamayacaktır.
Gidin bugün sanayilere bir bakın… Zanaatkarlarımız kimler görün… Evet göreceğiniz tam olarak sığınmacılar, göçmenler. Suriyeli, Afganlı, Mısırlı, Pakistanlı….
Türk gençleri sanatçı, zanaatçı olamıyor. Çünkü seferberlik halinde yaşayan sığınmacıların maliyetleri düşükmüş. SGK, sosyal güvence istemiyormuş, maliyetsizmiş. Sadece bu da değil çeşitli medya aracılığı ile ebeveynlerin algıları da yönetildi. Ebeveynler en güzelinin masa başı işi olduğuna ikna edildi. Zanaatta neymiş dendi. Ünlü “Senin gibi cahile ben efendi diyemem aman” şarkısındaki çiftçi algı yönetimi benzeri yapıldı.
Padişahın zanaatkâr bulamadığı o dönemde savaş, yağmalama, ganimet dağılımı, başkasının çalışıp kazandığını elinden alan ve onunla karnını doyuran bir toplum olmuştuk. Bu da yeme içme, giyinme, barınmada başka toplumlara bağımlı olmamız demekti. Ve her bağımlı gibi ömrü uzun sürmedi. Üretip fikir, kuvve geliştirenler daha çok kuvvetlendi. Ve gün geldi işgal etti. Tarihi tecrübelerden ders alabilen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları çalışmayı, zanaatı, bir daha kurtulma ihtiyacı duymamayı çare gördüler. Modern kaleler, fabrikalar kurdular. Ve o kalelerin başka kapitülasyonlarla ele geçmesine müsaade etmediler.
Düşünsenize Güney Kore’nin Samsung’u bir yabancıya sattığını, Amerika’nın Apple’ı sattığını… Halkı zenginleştiren, medeniyeti, modern yaşamı, geliri halka dağıtan, uygarlığı arttıran yapılar satılmaz elbette. Hele hele milli güvenlik zaafı oluşmasına sebep verebilecek kaleleri hiç kimse satmaz. Kaleler yabancıya teslim edilmez. Kalelerin temel taşı olan fikri, çalışan gücünü yabancılara kimse teslim etmez. Çünkü tarih derki ‘Böyle bir teslimiyet, esarettir. ‘Kaleleri yıkmayın’ dediği için tehdit edilenler değil ama yıkanlar korkmalı’ der.
Bakın Kayseri’de sığınmacı sorunu ne kadar da büyüdü. Ardından başka yerlerde de millet sokağa çıktı. İşte insanlarımızın asıl telaşı da bu! Kültür, hukuk anlayışı, toprak, kale, iş, aş değişimi telaşlandırıyor. Sosyal medyada benzer konuların paylaşımları oluyor. Videolarda sığınmacı ve göçmenlerin ya yenileri geliyor ya da daha çok yere dağılıyorlar.
Kaleler yabancıya satılamaz. Ve kalelerimizin insan gücü de yabancılara teslim edilemez. Etmiş devletler oldu tabii. Ama onlar bugün yoklar.
Kaleleri, fabrikaları yabancıya satılmış milletler, iş bulamaz. Gelirler tabanda eşitlenme sürecine girer. Gençken çalışma imkânı bulabilmiş insanların emekliliği de tabanda birleşmeye başlar. Emekli, memur maaşları enflasyon kadar yasa gereği artırma kanunu, sanki yeni zam yapılmış gibi açıklanır. Çalıştığı dönemde 4 milyon TL prim ödeyende, 1 milyon TL prim ödeyende aynı kök, taban maaşında eşitleniverir. Adalet kaybolur. Komünizme ‘tu kaka’ der ama maaşlara komünizm getirir.