Fazla teori zehirler
Güven Adıgüzel’i şair kimliği ile uzun yıllardır tanıyoruz. Son zamanlarda ise başarılı senaryo çalışmalarıyla gündem geliyor. Seyid Çolak ile yazdıkları uzun metraj sinema filmi Kapan birçok festivalden ödülle döndü. Yeni projeleri de yakında sete girecek. Kendisine edebiyat-sinema ilişkisini ve bazı püf noktalarını sorduk.
Kimileri edebiyatı sinemanın atası olarak görür. Siz bu ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
Sinemanın tarihsel ataları arasında, en azından "anlatı" bağlamında edebiyat da var, buna itirazım yok. Ama sinema yine de temsil ve görselin konusudur. Ateş başında anlatılan teatral hikâyelerden başlayarak, mağara duvarları, hareketli resimler, gölge oyunları, hayal perdeleri ve hatta mahyalar bile sinemanın gerçek atalarına doğru götürebilir bizi. Edebiyat sözü, sinema görüntüyü yüceltir. Belki de Bazin’in dediği gibi diğer tüm sanatların reenkarnasyonu olarak da anlayabiliriz sinemayı.
Elbette sinema ile edebiyat arasında güçlü bir ilişki var. Sinema ilk icat edildiği günden beri, sanat disiplinleri arasında en yakın ilişkiyi daima edebiyatla kurdu. Edebiyatın doğal derinliği ve anlatı zenginliği, sinemayı besledi. Bu ilişkide edebiyatın, olumlu katkı bağlamında sinemadan "alan" taraf olmadığı kanısındayım. Tabii romanın görevini sinemaya devrettiği tezini bir tarafa bırakarak konuşuyorum.
“IŞIK VE GÖLGE; 2 BÜYÜCÜ”
Peki, bir edebiyatçı olarak sizi sinemaya iten şey nedir?
Bunu tam olarak bilebilmek imkânsız. Ama itildiğimi düşünmüyorum. Çekildim diyebilirim. Beni çeken şey öncelikle, ışık ve gölge adlı iki büyücünün nezaretinde görüntünün en estetik biçimde aktarılabilme imkânına şahit olmam. Zaten sinemanın, sanki geçen yüzyılda ortaya çıkmamış da yüzyıllardır bizimleymiş gibi hissettirmesine sebep olan şey de galiba bu. Nihayetinde kelimelerle hayal kurmak bana yetmedi, kelimelerim karşıma çıksın, canlansın, yürüsün, gözümün içine baksın istedim, böyle oldu sanırım.
O halde kelimelerle kurduğunuz ilişkinin senaryodaki yansımasına da bakmak gerek. Bir senaryo yazarken şair olmanın avantajını mı, dezavantajını mı yaşarsınız?
Şairler yetenekli adamlar. Bu yetenekleri onları hüsrana uğratan bir özgüvene de dönüşebiliyor. Şiir yazabilen bir kalem için, senaryo "kolay" bile görünebilir. Ben her seferinde senaryonun teknik bir metin olduğu hususunda kendimi ikna ederek işe başladığım için, dezavantajlı bir durumla karşılaşmadım. Avantaj olarak baktığımda; yazı yazmaya aşinalık, metnin ruhunu hissetmek ve ‘kurmaca’nın yapısını bilmek gibi edebiyatçılıktan gelen şeyler var elimde. Şair ve senarist aynı kişi, evet. Ama ürettiği metnin ‘ayrı’lığının farkındaysa, zaten ortada mesele kalmıyor. Kendi sahanda oynama avantajı gibi şairlik.
“DUYGU ORTAKLIĞI İŞE YANSIYOR”
Sizi daha çok yönetmen Seyid Çolak ile birlikte çalışırken biliyoruz. Birlikte senaryo yazmak nasıl bir şey?
Dışarıdan öyle görünse de çok karmaşık ve zor değil. Uzun uzun konuştuktan, temel meselelerde anlaştıktan ve çatıyı kurduktan sonra yazım aşamasına geçiyoruz. Bittikten sonra başlıyoruz yani. Seyid iyi bir yönetmen ama aynı zamanda senaryoya çok hâkim. Senarist olarak da hayatını sürdürebilir, bu onun açısından avantaj. İkimiz de kolektif işlere açığız, huysuz değiliz, birlikte bir şeyler yapmayı seviyoruz, bu bizi daha güçlü kılıyor. Duygu ortaklığının ortaya çıkan işe yansıdığını da düşünüyorum. Ayrıca estetik anlayışlarımız uyuşuyor, anlaşamadığımız başka konular oluyor ama iyi film konusunda çok ayrışmayız. Omuz omuza durmak iyidir, buna senaryo da dâhil.
“KİTABA SADIK KALMAYI YANLIŞ ANLIYORUZ”
Bir edebiyatçıya uyarlama sormasak olmaz. Edebiyattan sinemaya uyarlama meselesine nasıl bakıyorsunuz?
"Kitabı daha iyiydi" cümlesi her zaman yanımızda olacak, bunu değiştiremeyiz. Galiba bir tek Mario Puzo’nun romanı için söylenmedi bu. Kitabı daha iyi değildi burası kesin, ama asıl önemlisi Baba romanının fanatikleri yoktu. Her büyük romanın başına aşağı yukarı aynı şey gelecektir. Uyarlamak; uyarlanan kitabın sayfalarını senaryo metni kabul edip, kitabın sayfalarını çevirerek çekimleri tamamlamak anlamını taşımıyor. Adı üstüne metin uyarlanıyor. Ama beklenti yaklaşık olarak bu.
Yönetmenin o kitaptan ilhamla kendi dünyasını kurduğunu, bunun kitaba ihanet olmadığını meftunlara anlatmak zor. Tanpınar’ın Huzur’u ya da Atay’ın Tutunamayanlar’ı filme çekilecek olsa, Huzur filmi, Tutunamayanlar filmi olacak ortaya çıkan sonuç. Muhtemelen meftunları beğenmeyecektir yine. Başka bir disiplinin yorumu oysa bu, bir ressam ya da müzisyen de romanları yorumlayabilir mesela. ‘Kitaba sadık kalma’yı yanlış anlıyoruz bence.
Aslında bunu da, Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ın dizi ya da film olmaması için direnişini de anlıyorum. Büyü bozuluyor çünkü kelimeler görsel dile dönüşünce. O büyüyü muhafaza etmeye hiçbir yönetmenin gücü yetmez. Yetmesin de zaten. Yönetmen mevcut büyüyü korumasın, kendi yorumuyla bizi yeniden büyülesin. Evet, bence de kitabı daha güzeldi.
“EN ÇOK BEĞENDİĞİM 5 UYARLAMA…”
Uyarlama filmlerden en çok beğendiğiniz 5’ini öğrenmek isteriz.
Teknik/estetik ölçütlere göre uzun bir analiz yaparak cevap vermek istemiyorum. Doğrudan yerli bakışla gönlümdeki filmler; Tatar Ramazan, The Godfather, Anayurt Oteli, Selvi Boylum Al Yazmalım, Uzun Hikâye. Bir tane de filmden uyarlanan edebiyat örneği verecek olursam; Lili / Sezai Karakoç. (You’ll Fall in Love with Lili / 1953)
“FAZLA TEORİ ZEHİRLER”
Genç sinemacılara ve senaryoda gözü/gönlü olanlara neler söylersiniz?
Sinemanın bir hikâye anlatma sanatı olup olmadığından emin olmak lazım öncelikle galiba. Senaryo teorisi öğrenmek elbette çatıyı kurmak için şart. Ama alacağımızı aldıktan sonra olay yerinden hızla uzaklaşarak pratik yapmaya başlamamız akıbetimiz için hayırlı olacaktır. Fazla teori zehirler. Benim tanıdığım başarılı sinemacılar/senaristler, iyi okur, iyi izler ve durmadan yazarlar. Bunun başka bir yoluna henüz rastlamadım. Bir de tutku. Güçlü bir tutku. Onun da tarifi ya da tavsiyesi olmaz.
Teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim misafir ettiğiniz için.