TESPİTLER ( 10 / 15 )
Medine-i Münevvere’nin bilinen en eski adı, Yesrib’dir. Bu adın, buraya ilk yerleşen kişi olduğu rivâyet edilen Yesrib bin, Vâil bin, Kâyi bin, Mehlâbil ismine izafeten verildiği kayd’edilmiştir. “ Zarar vermek, karıştırmak, kötülemek, başa kalkmak, bozmak” gibi manalara gelen, serb kökünden türeyen, Yeisrib kelimesi, Medine’nin adı olarak Kur’$an-ı Kerim’de bir yerde şu şekilde geçmektedir. “ Onlardan bir gurub da demişti, ki, : Ey Yesrib’liler( Medineliler)! Artık sizin için dudmanın sırası değil, haydi dönün! İçleriden bir kısmı ise “ Gerçekten evlerimiz emniyyette değil, diyerek Peygamber’den izinh istiyordu; oysa evleri tehlikede değildi. Sadece kaçmayı arzluyorlardı.” ( el- Ahzâb/ 33 / 13) Aslında Yesrib adı önceleri kuzeyde Cuurf ile Kanât vadileri arasında kalan kesim için söylenirken, daha sonra şehr’in tamamı için kullanılmaya başlanmıştır.
Kutlu Hicret’in ardından Hazreti Peygamber, Şehr’e Tâbe, Teybe ( hoş ve güzel) gibi olumlu ma’na’lar tazammün eden isimler verilmesini istemiştir( Müsned/4/ 285)... İslâm kaynaklarında Medine’ye, Tayyibe, Miskîne, Azra, Câbire, Mecbûre ve Kur’ân-ı Kerim’de Medine için kullanılan, “ dâr” kelimesinden hareketle. “ Daha önceiden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendelerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. “ Haşr/59/9), Dârülhicre, Dârüliman, Dârüssünne, Resûl-i Ekrem’e nisbetle, Medinetürresûl (Medinetünnebî) ve el- Medinetü’l- Münevvere gibi isimlerin verildiği görülmektedir.Çoğunluğu, şehr’in kutsallığına, Hicret yurdu ve Başşehir olmasına Hicretten sonra gerçekleşen Mednîleşmeye vurgu yapan bu isimlerin sayısını doksan yediye kadar çıkarılmakta ve bunların bir kısmının Tevrat’da da yer aldığı kayd’edilmektedir.
“Medine’nin “ Arapça Müdûn veya Deyn kelimesinden türediği iddia edilir. İbn-i Menzûr kelimenin,” şehre gelmek, ikamet etmek, yerleşmek” gibi ma’na’lara gelen Müd^n kökünden türediğini ve Yeryüzünün yerleşmeye uygun ve kale yapılan her yerine Medine adı verildiğini kayd eder.
Mekke ile birlikte iki Harem’den8 Haremeyn) biri olan Medine, Hicret yurdu olması ve halkının herhangiu bir zorlama olmaksızın İslâmiyet’ benimsemesinden dolayı, “ Kur’ân’la fethedilmiş” kabul edilir. Hicretten sonra Resûl-i Ekrem, “ Hazreti İbrahim Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi Harem yaptım” sözleriyle şehri Harem ilân etmiştir.
Abdullah İbn-i Zeyd radiya’llâhu anh’in Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’den rivâyetine göre, Resûl-i Ekrem : İbranim Mekke’yi vâcibü’l- İhtiram ( mutlaka, hürmet edilmesi icab eden) bir yer kıldı VE Mekke’ye ( yümn-ü bereketle) du’a buyurdu. İbrahim’in Mekke’yi Muhterem kıldığı gibi, ben de Medine’yi Muhterem kıldım. Ve Medine’nin müddü ve Sâı ( nın bereketi) hakkında du’a ettim. Nasıl İbrahim Mekke için bereketle du’a ettiyse, buyurmuştur. ( Tecçrid-i Sarih/ Cild/ Sahife/443)
Hendek Gazvesiyle Hayber seferinde elde edilen muvaffakıyyet üzerine, daha önce Medine Antlaşmasın( Medine Vesikası)ında kayd altına alınan bu sınırlar bütün Arap kabile’leri tarafından kabul edilmiştir. Medine’nin Haremi, güneydeki Âir ve kuzeydeki küçük Sevr ile doğuda Vâkım, batıda Vebere harreleri arasında kalan yaklaşık, 22 km. yarıçapındaki daireden ibaret olup bu sınırlar işaretler konularak belirtilmiştir.
Enes ( İbn-i Mâlik) radiya’llâhu anh’den, Resûlu’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu, rivâyet edilmiştir : Medine ( sâhası) nın şuradan şuraya kadar ( olan mahalli) harem’dir, muhterem’dir. Bu hudûdun ağacı kesilmez; bu sâhada bi’dat ihdas edilmez. Kim ki, harem-i Medine’de ( Kitab ve sünnete muhalif) bir bid’at ihdâs ederse, Allah’ın azâ0bı, meleklerin ilenci, ( la’neti) , bütün insanların nefreti o kimse üzerine olsun. “ ( Tecrid-i Sarih/ Cild/ 6/ Sahife/226)
Ebû Hüreyre Radiya’llâhu anh’den Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: Medine’nin ( şarkî ve garbî şu) iki kara taşlığı arasınhdaki sâhaya hürmet etmek beni lisânımla ( taraf-ı İlâhî’ den) vâcib kılınmıştır. ( yine) Ebû Hüreyre demiştir ki: Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e Benî hâris’e gelmişti. Resûl-i Ekrem bunlara : Ey Benî Harise, zannedersem siz de Harem sâhasından harice çıktınız! Demişti. Sonra ( bunların Harem dahilinde bulunduklarını hatırlayarak) hayır siz Harem dahilinde mukîmsiniz, diyerek iltifat etti” ( Tecrid-i Sarih/ Cild/ 6/ Sahife/ 230)
Hazreti Ali radiya’llâhu anh’den şşöyle dediği rivâyet edilmiştir : Benim indimde( ahkâm-ı şerî’atten mektûp olan) şey, yalnız Allâhu Teâlâ’nın Ketâbıdır. Bir de Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’den ( işitip yazdığım) şu sahîfe’dir. ( Meâli şöyyledir : ) Medine’nin şuraya (, Sevr dağına) kadar “ Âir “ ( dağı) arası harem’dir, vâcibü’l- ihtiramdır.( mutlaka hürmet edilmesi gerekir) Kim ki, Medine’nin bu haremi dahilinde Kitâb ve sünnete muhalif bir iş işlerse, yâhut ehl-i bid’at’e yardım eylerse, Allah’ın azâbı, meleklerin ilenci, bütün halkın nefreti bu mübtedî’ ler üzerine olsun. Bunların ne tevbesi, ne de fidyesi kabul olunur. Müslümanların emanı birdir; (bir müslimin kâfire emânı, bütün müslümanlarca sahîhtir, mu’teberdir). Ali ( Hazretleri devamla) demiştir ki : Kim ki, bir müslümanın verdiği ahdi nakz’ederse, Allah’ın azâbı, meleklerin ilencçi, bütün halkın nefreti onun üzerine olsun. Onun ne farz ne de nâfile ibâdeti kabul olunmaz. Her kim de kendi mevâlî’sinden ve efendilerinden başka bir kavmi velî ve efendi ittihaz ederse, bu kimse de, Allah’ın azâbına, meleklerin ilencine, bütün insanların nefretine uğrasın! Bu şuursuz kimsenin ne tevbesi ne de adâleti kabûl olunmaz.” ( Tecrid-i Sarih/ Cild/ 6/ Sahife/ 230,231)...
Nesâî’nin rivâyetine göre, Hâris İbn-i Süveyd demiştir ki: Bir kere Ali radiya’llâhu anh’e Ashab tarafından : Resûl’ullâh salla’llâhu aleyhi ve selemm’in herkese bildirmeyip husûsî olarak sana emânet ettiği bâ’zı şeyler olsa gerek, demişti de Hazret-i Ali : - Hayır! Resûl’ullâh’ın bana husûsî surette tebliğ buyurduğu bir hüküm yoktur. Ahkâm-ı İslâmiye’den benim bildiğim mektup olan şey, yalnız, Kitâbu’llâh’tan, bir de şu kılıcımın içinde bulunan sahife’dir, deyip çıkardığı sahife’de bulunan yukarıda tercüme edilen hadis-i şerif’i okumuştur.
Hazret-i Alî’nin bu sözü , Şîa’nın : Resûlu’llâh’ın Hazret-i Alî’ ye husûsî surette bildirdiği esrâr-ı ilim’den, dinî kâide’lerden pekçok şey vardır ki, bunlara ehl-i Beiyt’den olmayanlar muttali’ ve vâkıf değillerdi., yolundaki iddiasını tamâmiyle reddeder.
Hazret-i Alî’nin Kitâbu’llâh ile bu sahife’de yazılı olandan başka bir şey bilmiyorum, demesi, yazılı olarak bilmiyorum, demekti. Ve hakîkaten Asr-ı Sâadet’de yalnız Kur’ân-ı Kerim yazılmıştı. Nesevî hadis’ler cem ve tahrir edilmiş değildi. Ve Hazret-i Alî bu sahifede yazılı olan vasiyyetlerden başka sünen-i Seniyye’den pek çoklarını biliyordu. Mektûp olarak bildiği Nebevî vasiyyetler bu sahife’ye münhasır idi.