Добавить новость
ru24.net
World News
Март
2025
1 2 3 4 5 6 7 8 9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31

Doç. Dr. Nergis Dama: Yalnız değiliz ama kimsesizleşiyoruz

0

Yalnızlaş yaşam bir akıma mı dönüştü yoksa insan kendini yalnızlığa mı mahkum ediyor? Son veriler ürkütücü ve içerik olarak çok ilgi görüyor. TÜİK verilerine göre, ülkemizde 2023’te tek kişilik hane oranı yüzde 18,2’ye ulaştı. Bu oran 2006’da sadece yüzde 7,5’ti. Mevcut oran büyük şehirlerde daha da yüksek. Yalnız yaşayanların büyük bir kısmı genç yetişkinler ve yaşlılar. Haliyle evlilik oranları hızla düşüyor ve hem ülkemizin hem de dünyanın nüfusu gelecek için alarm veriyor. Uzmanlar, şehirleşme, bireyselleşme ve yaşam süresinin uzamasını bu artışın nedenlerinden sayıyor. Ancak başka ve daha önemli sebepler var. Sanki bilerek değinilmiyor, konuşulmuyor. Mesela kadın erkek ilişkilerinin dönüşmesi, mesela anne ve çocuk arasındaki bağın farklı bir boyut kazanması, mesela insana, akrabalarımıza olan bakış açımız. Bir Başka Mesele’de bu hafta Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Toplum Bilimci Doç. Dr. Nergis Dama ile “yalnızlaşmayı” konuştuk. Nergis Hoca, sadece akademik değil sokaktan da çok fazla gözlem yapan ve bunları analiz edip aktaran biri. Görüşleri çok kıymetli.


Hayli uzun söyleşimizin bir kısmı gazetemizde olacak. Tamamı sitemizde ve sohbet kaydı ise pazar sabah 10’da Yeni Şafak’ın YouTube kanalında olacak.


Yine şimdiden ilan edeyim: Haftaya Bir Başka Mesele’de konuğum, yine yorum ve analizleri dikkat çeken, gençlerin ilgiyle takip ettiği Doç. Dr. Enis Doko olacak.


Söz şimdi Doç. Dr. Nergis Dama’da…


ARKADAŞLIK KURMA İLİŞKİMİZ SIKINTILI

Hocam, siz bir sosyolog, toplum bilimcisiniz… Bugün de çevremizi konuşacağız, gördüklerimizi, şu anki yaşantımızı konuşacağız. Üner Karabıyık ile yaptığımız bölümden sonra çok fazla mesaj geldi, özellikle dünya nüfusunun ve Türkiye nüfusunun durağanlaşmaya geçmesi üzerinden bir tereddüt tablosu net. Zaten birçok ülke buna çözüm aramaya çalışıyor ve açıkçası üretilen formüller de çözüm olmuyor. Ama başka meseleler var, istatistiklere yansıyan bu meseleler büyük bir meseleye dönüşüyor. İnsanın yalnızlaşması gibi… Bunun üzerinden giderek konuşalım.


Bu mesele diğer konuştuklarınız ya da diğer programlardaki meselelerden çok bağımsız değil. Şimdi sayısal veriler var elimizde ve diyoruz ki; “Boşanma oranları arttı. Özellikle tek kişi yaşayan hanelerin sayısı arttı.” Ve biz bu sayısal verilere anlamlar yükleyerek diyoruz ki; “yalnızlaştık.” Bu sorunları sadece Türkiye’de değil, özellikle Avrupa ülkelerinde de nicel çözümlerle çözmeye çalışıyoruz. Yani doğum teşviği vererek, istihdamda kadınların çalışmasında bakım sorunlarını ya da bakım yükümlülüklerini azaltmak için yapılan yardımlar gibi… Ya da işte çocuğunuz olduğunda verilen teşvik gibi. İzin sayılarının artırılması gibi... Bunlar etkisiz değil, asla değil. Fakat biz arka taraftaki sosyolojik gerçeği biraz görmezden geliyoruz.

Neyi görmüyoruz Hocam?

Biz “ilişki kurma” meselemizde sıkıntı yaşıyoruz. Yani evlilik, doğum oranları ya da tek kişilik haneler, tek kişilik evler… Bunlar sayısal veri fakat aslında verileştirildiği için görebiliyoruz. Biz, arkadaş kurma ilişkimizde de sıkıntı yaşıyoruz; anne ve babamızla yaşadığımız ilişkilerde de sorun yaşıyoruz. Çünkü ilişki kurma biçimimizde, içeriğine koyduğumuz bileşenler değişti. Bu bileşenler değişirken de sürekli olarak bize verilen yeni ilkeler var: “Önce kendini düşün, önce kendine yatırım yap, kendini merkeze al, önce kendini seveceksin ki etrafını seveceksin.” Şimdi bu tür bir ilişki kurma biçiminde siz “ben”e hizmet ediyorsunuz. Yani bir “ben” var ortada ve sürekli olarak bir “benlik” duygusuna hizmet etme durumu var.


HERKES MERKEZE GELİRSE DIŞARIDA KİM KALACAK?

Haliyle bir başkasına yer kalmıyor, değil mi?

Çok bilinen bir söylem var ya; “kendini merkeze al.” Tamam, ben merkezdeyim, arkadaşım merkezde, eşim merkeze geldi, çocuğum merkeze geldi, hepimiz merkezdeyiz. Dışarıda kim kalacak ve biz onlara nasıl elimizi uzatacağız? Bizim sadece kendimize hizmet etme ve kendimizi merkezde görme durumumuz var. Ya da: “Kendini sev!” Yani çok uçlardaki ilkeleri alıp bunu norma dönüştürme meselemiz var. Bireysel olarak bencil birisi olabilirsiniz. Sosyal özellikleriniz zayıf olabilir ama bu kitlesel bir norma dönüşürse ve norm haline getirilirse… Örneğin; “önce kendi mutluluğun. Önce kendini değerli kıl” öğretisi. Kimse kendini zaten değersiz hissetmemeli tabii ki. Fakat bu kitlesel bir norma dönüşüyor ve kitlesel bir norma dönüştüğü zaman, o zaman biz ilişki kurma biçimlerimizi değiştiriyoruz. İlişki kurma biçimlerimiz şu anlamda değişiyor: İçerisinde bir başkasını sevmeye, bir başkasının hayatını kolaylaştırmaya, bir başkasının işini görmeye ya da ona iyi gelmeye değil, bütün ilişki yapımızı -arkadaşlarımızla, ailemizle, annemizle, babamızla- aslında kendimiz üzerinden okuyoruz. “Biz” olarak okumuyoruz. Burada çok romantik bir şey söylemiyorum, bakın; bu mesele sonunda uzun vadede gelip bizi vuracak. Biz yalnızlaşmayı konuşurken o tek yaşayan hanelerin hiç mi ailesi yok, bunu bilmiyoruz.


YALNIZ DEĞİLİZ, KİMSESİZLEŞİYORUZ

Var ama niye kopmuş değil mi?

Var ama kopmuşlar! Asıl soru ve esas meselemiz şu: Yalnızlaşıyor muyuz, yoksa kimsesizleşiyor muyuz? Anne ve babası olan veya çocukları olan ya da akrabaları olan insanlar yalnız yaşıyorlar. Çünkü kimseleri yok, “arayan soran, bir ihtiyacı var mı” diye merak eden…


“SİLGİNİ ARKADAŞINA VERME” DEDİĞİMİZ ÇOCUKLAR ANNE-BABALARINA BAKMIYOR


O zaman herkesin bencilliğinden kaynaklanan bir ilişkisiz biçimi ortaya çıkıyor…

Tam da bu. Dolayısıyla biz “benlik” odağında bir hayat kurarken veya bir norm hâline getirdiğimiz şey, sonuçta hayat döngüsünün sonucunda kendimizi buluyor. Bakın, bu sosyoekonomik statüden de bağımsız bir sorun. Fakat şunu da söylemekte fayda var: Gelir durumunuzun iyi olması, kariyerinizin iyi olması veya çocuklarınızın olması da sizi kimsesizlikten korumuyor. Bugün, Türkiye’nin sorunlarından bir tanesi ne? Konuşuyoruz: “Bakım sorunu.” Biz 20 yıl önce, 25 yıl önce “bakım sorunu” demeye utanırdık. Çocuğun ya da anne-babasıyla ilgili sorumluluğunu “yük” olarak görmezdik, olması gereken bir norm olarak kabul ederdik. Mesela şöyle cümleler var: “Bu çocuğu bana bakması için doğurmadım ki.” Şimdi, bir karşılıklılık ilişkisi yoksa içerisinde bir menfaatten bahsetmiyoruz. Karşı tarafa sorumluluk duyma, onu içselleştirme meselesinden bahsediyoruz. Çocukları olup hiç aranmayan veya hiç bayramlarda kapısı çalınmayan birçok hane var Türkiye’de. Bu noktaya nasıl geldik? Çok kolay bir şekilde suçladığımız şeyler var: “Kentleşme… Kentleştiğimiz için böyle.” Şimdi 60’lı yıllarda doğan anne ve babalarımıza bakalım, aynı şehirde yaşıyoruz, onların kurduğu bağlara bakalım. Bir de bizlerin kurduğu bağlara bakalım; bir de bizim yetiştirdiğimiz çocukların kurduğu bağlara bakalım. Eğer biz çocuklarımızı okula gönderirken “Bak, sakın silgini paylaşma, kalemini paylaşma, arkadaşına notunu verme, kimseyle konuşma” diye sürekli kendine yatırım yapan bir çocuk yetiştiriyorsak, sonraki süreçte o çocuk zaten bize de bakmıyor. Çünkü biz o çocuğa norm olarak onu veriyoruz.


YETİŞTİRDİĞİMİZ ÇOCUK BUMERANG GİBİ BİZE DÖNÜYOR

Yani ilkokuldayken silgisini paylaşmayan çocuk, hayatı da paylaşmaz mı?

Hayatı da anne ve babasıyla olan ilişkide de paylaşmıyor. Çünkü baktığınızda biz çocuklara en baştan bir norm veriyoruz, diyoruz ki “Hayat böyle; bencil olacaksın.” Peki, şimdi bir süreç sonunda o yaş döngüsü devam ediyor. Çocuk okul döneminde bencil, çalışma hayatında bencil, aile kurarken… Kendi çocuğunu da böyle yetiştiriyor. Hatta şöyle diyor: “Niye çocuk olsun ki? Kedim var, köpeğim var.” Orada da bir zinciri kırıyoruz. Bakın, o zincir öyle bir ilerliyor ki… O bencillik, sonra yetiştirdiğimiz çocuk bumerang gibi bize geri dönüyor. Bu sefer bencilliğini kendi anne-babasına yapıyor. Diyor ki: “Ben mi bakacağım sana, senin anne olarak görevindi.” Dolayısıyla bu meseleyi böyle konuşurken, sadece “evlenme, evlilik yaşı artıyor” diye bakamayız. Evet, bunlar bir gösterge, doğru. Geriye yansıyor. Ama temelinde çok başka iş var.


Hocam bir örnek vereceğim, sosyal medyadan bir gözlem. Okullarda yarıyıl tatili oluyor. Çok sayıda video düştü önüme Instagram'da. Okullar açılmaya bir-iki gün kala, anne-babaların kutlama paylaşımları düşmeye başladı. Yani 15 gün boyunca çocuklarına katlanmanın ağırlığından kurtulmanın sevincini paylaşıyorlar. Mizah bile olsa şöyle düşündüm: Ben çocuk olsaydım, böyle bir annenin, böyle bir sosyal çevrenin çocuğu olsaydım, o videolar önüme düşerdi ve bende bir kırıklık olurdu. “Annem bu 15 gün boyunca beni hiç istemedi” diye… Siz, “ileride de anne babasına bakmıyor” denilen çocukların sebeplerini söylediniz ya, dedim ki; bu çocuklar ileride anne babalarına bakmazlar. Çünkü bağı koparmışlar, annesi ona 15 gün katlanmamış.


Çünkü orada biz şeyi de kırdık. Onu da söyleyeyim: Çocuğu, eve, anne ve babaya böyle ilişkilendirdiğimiz için, diğer arkadaşlarla, komşularla… Çocuğun 15 gün boyunca düşünün, sadece anne ve babayla bir bağ kuruyor ya da bir meşgaleyle duruyor. Çünkü diğer bağları kopardık çocuktan. Biz şimdi yeni nesli çok suçluyoruz genel olarak. Ben buna çok katılmıyorum. Bu yeni nesli biz yetiştiriyoruz. Dolayısıyla bu nesil bizim aktardıklarımızı taşıyor.


HER NESNE SUÇLU BİZ KENDİMİZİ AZADE EDİYORUZ

Instagram annelerinin, TikTok babalarının, YouTube bilmem nelerinin bir yansıması değil mi?

Yani biz de nasıl anne babalarımızın bize kattıklarıyla sistem içerisinde var oluyorsak her ne kadar, tabii ki de değişebiliyor. Sosyal medya, teknoloji... Ama o kadar çok insanı dışarıda bırakıyorsun ki… Kendi suçsuzluğumuzu aslında bir benliğe, bir hizmet etme meselesi… Yani herkes suçlu bu sistemden ama insan suçlu değil. İşte teknoloji suçlu, kentleşme, şehirleşme suçlu, ekonomi suçlu… Herkes suçlu, her nesne suçlu ama biz kendimizi azade ediyoruz. Çünkü biz değerliyiz. Biz özel insanız… Biz işte en kıymetli…


Değerler silsilesinde de o zinciri kırmış oluyoruz, değil mi?

Tabii. Biz mesela merhametten hiç bahsetmiyoruz çocuklara.


Silgisini paylaşmayan çocuktan merhamet bekleyemezsin ki?

Mümkün değil. Bu çok sorunlu bir şey. Olması gerekenin bu olduğuna dair kabul… Yani sen hiçbir şeyini paylaşmayacaksın, kendini koruyacaksın, sana ters bir şey söylendiğinde sen de cevap vereceksin… Sürekli anne ve baba çocuğa nasıl davranması gerektiğine dair, bakın o ilişki kurma biçimlerini de anne baba belirliyor.


MERHAMETİ MERKEZE ALMALIYIZ

Öğretmende de otoriteyi kabul etmiyor…

Zaten gidip diyor ki; “Sen benim çocuğuma nasıl böyle davranıyorsun?” Geçmiş dönemin o,

-daha baskıcı demeyelim- daha kurallı anne babalarının tam tersi… Bu sefer de çok kuralsız ya da çocuğa “tapan”, nefse hizmet eden bir değer silsilesine dönüştü. Şunu çok önemsiyorum: Bizim değer yargılarımızda en başta şu gelirdi: “Nefsinle mücadele etmek.” Değil mi? Biz nefs ile mücadele etmek ne demek? Aslında benlikle, ego ile mücadele etmek. Şimdi o bir norm iken değer iken geldiğimiz noktada; norm ve değerimiz, benliğe hizmet eden, “ben”i mutlu etmeye çalışan, “ben”i tanrılaştıran ve “ben”i tamamen merkeze koyan bir değer yargısı oldu. Az önce de söylediğim gibi, kişisel özelliklerimiz olabilir; ama kitlesel bir norma dönüştüğü an, bu hepimiz için çok ciddi bir sıkıntı. Dolayısıyla “merhamet” meselesini çok merkeze alarak hareket etmemiz gerekiyor. Çünkü bu sefer o “merhametsizlik” bir gün gelip kendi çocuklarımız, kendi akrabalarımız, kendi arkadaşlarımız tarafından bize dönüyor.


EVLİLİĞE HALA İNANAN BİR TOPLUMUZ

Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, günümüzde evliliklerin neden zorlaştığı, azaldığı, boşanmaların neden çok arttığının büyük sebeplerinden biri olarak bunu mu kabul edeceğiz?

Şimdi şunu söylemekte fayda var: Biz hâlâ aileye inanıyoruz. Bizim evlilik oranlarımızda sorun yok bu arada. Yani evet, evlilik yaşı artıyor ama bizde binde 6.65 oranonda. Yani çok böyle yüksek bir azalış görmüyoruz. Evliliğe hâlâ inanan bir toplumuz, aileye hâlâ çok ciddi anlamda değer veren bir toplumuz. Buradaki sorun şu: Boşanma oranlarının artması, bir. Doğum oranlarının azalması, iki. Bu iki sebep aslında, az önce söylediğim o uzun vadede çözülebilecek -ve hepimizin belki de değer yargılarını yeniden düşünmesini gerektirecek çözümlerle oluşabilecek- bir şey. Bakın, 2023 yılında, 2024 yılında doğum oranının 1.56’ya düşmesi negatif bir şey. Olumsuz… Yüzde 2.02 altına düşmesi demek, bir kadının geride bırakacağı çocuğun en az iki olması gerekiyor ki toplum kendini yenilesin.


ÇOCUK DEMEK ÜLKENİN YENİLENMESİ DEMEK

Akrabalık bağları tamamen bitiyor, değil mi?

Tamamen bitiyor demek belki çok iddialı bir laf ama hakikaten orada çocuk aslında yeni bir umut. Sizin 1.56 dediğiniz sayısal olarak belki “Aa evet, çocuk sayısı azalıyor, iş gücüne katılım oranı azalacak, iş gücü ihtiyacımız olacak” gibi… Bunlar hepsi evet, sayısal verilerle açıklanabilir. Ama çocuk demek aynı zamanda umut demek, o ülkenin yenilenmesi demek. Dolayısıyla o 1.56 bizim için sıkıntı. Fakat buradaki temel problem yine söylüyorum, bizim ilişki biçimlerimizin değişmesiyle alakalı bir şey. Biz ilişkilerimizi hep kendi mutluluğumuzun üzerine kurduğumuz için boşanmalar çok kolaylaşabiliyor. Sadece boşanmadan da bahsetmiyorum, arkadaşlıklara bakalım. Bunların hepsi sayısal göstergelere dönüştüğü için bunlar üzerinden gidiyoruz ama asıl sorun arkadaşlık ilişkilerimizde de çok rahat vazgeçiyor olmamız. Vazgeçme olasılığımız arttı.


TEŞVİKLER YETMEZ ZİHNİYET DÖNÜŞÜMÜNE İHTİYACIMIZ VAR

Yani, anne-babadan, evlattan, akrabadan vazgeçme mi?

Evet, çok rahat vazgeçiyoruz. Biz insandan vazgeçiyoruz. O yüzden kısa vadeli çözümler, niceliksel çözümler, teşvik gibi işte izin sayıları gibi kreşler gibi… Aile eğitimleri… Ben çok önemsiyorum, aile eğitimleri önemli. Ama uzun vadede bize bir değer yargısına dönüşümü önemsetecek veya bu algıyı tekrardan hepimize norm olarak kabul ettirecek bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacımız var.

Ne olması gerekiyor Hocam? Yani bugün başladık diyelim…

Şöyle en basit şeyi söyleyeyim size: Mesela otobüste sıra bekliyorsak başkasının sırasına girmeyeceğiz. Hak ihlali yapmayacağız. Yanımızdaki çocuk da bunu görecek. Sıraya girerken, dikkat etmeden geçiyorsak yanımızdaki çocuk bunun doğru olduğuna inanıyor.


TRAFİKTE ŞERİT İHLALİ YAPIYORSANIZ MERHAMETTEN BAHSETMENİZ MÜMKÜN DEĞİL

O zaman trafikte şeride de “kaynak” yapmayacağız…

Bunu derslerde de çok örnek veririm. Yani bir toplumun “beşeri sermayesi” ve değer yargılarını gösteren en önemli alan ve saha trafiktir. Trafikte siz şerit ihlali yapıyorsanız, diğer durumlarda merhametten, empatiden, kuraldan bahsetmeniz çok mümkün değil. Bugün onu yapabiliyorsanız yarın öbür gün başka bir şey de yapabilirsiniz. Çocuk bunu, “kendi çıkarım için, kendi faydam için her şey yapılabilir” olarak algılıyor. Aktarım sürecinde kendimizi dışarıda bırakmayalım lütfen. Bu aktarım süreci sosyal medyadan olmuyor sadece. Şunu gözlemliyorum, hep söylerim: Ankara’ya ilk gittiğimde 2012 yılında, aşure dağıtılmadı. Ben çok şaşırdım öyle bir kültürden geldiğim için. Anneme söyledim bunu, “Anne aşure dağıtılmadı.” O zaman annem dedi ki “Sen yapıp dağıtacaksın.”


BİRBİRİMİZDEN HABERDAR OLMAYI AŞAĞILADIK

Yaptınız mı ve dağıttınız mı?

Yaptım, dağıttım. Şundan bahsediyorum: Şimdi ben bunu anneme söylediğimde annem de bana “Aman neyse boş ver” deseydi, o aktarım süreci kırılırdı. Şimdi bana bunu çocuğum söylese veya yeğenim söylese, ben de ona bu şekilde söylemem gerekiyor. Ya da şunu çok gözlemliyorum ben: İşte şehirleşme… Annelerimiz de aynı şehirleşmeyi yaşadı. Biz de evet, belki okulla birlikte dönüştük, eğitimle birlikte dönüştük ya da çalışma hayatıyla dönüştük. Ama şimdi annem ve babalarımızın kurduğu ilişkilere ve bağlara bakıyorum, bir de bizim kurduğumuz bağlara bakıyorum. Bir arkadaşımın bir ifadesi vardı, bunu hep gözlem olarak da ifade ederim. Dedi ki: “Ben işte bir şehirde tayinim çıktı, bir yıl boyunca kaldım ve kimseyle bir iletişim olmadı. Annem geldi, bir hafta içerisinde bütün komşuları tanıyordu, kimler ne yapıyor hepsini biliyordu.” Biz bu “sosyal gözlemi” sürekli aşağıladık. Yani birbirimizden haberdar olma meselesini aşağıladık. “İşte teyze soruyor, merak ediyor, o nereye gitti? Sürekli camda…” Oysaki biz o “birbirimizden haberdar olma” meselesini açan kapıyı görmemişiz.

Ama Hocam, köyde komşuluk ilişkilerinin yüksek seviyede olmasının çeşitli coğrafi, fiziki, ekonomik sebepleri var. Komşu komşunun külüne muhtaçtır. Yani bahçeni ekeceksin, çapa yapacaksın ve komşunla yardımlaşıyorsun. Şehirde böyle bir ilişki biçimi de olmayınca sizin dediğiniz; yalnızlaşmak, insansızlaşmak da bir şekilde normalleşiyor.

Evet doğru, bunun etkisi var. Ama örneğin, mesela apartmanda birbirimizi gördüğümüz zaman da “merhaba” demiyoruz.

Yani bahçe bellemek zorunda değiliz…

Araçlar değişebilir Ersin Bey. Mekânlar değişebilir ama orada yine insani rolü biz geride bırakıyoruz. “Merhaba, nasılsınız?” demek ya da yaşlı birisini görünce çantasını alıp yukarıya çıkarmak, değer vermek, otobüste yer vermek… Bunların bir değişim süreci yok. Ama biz bu “yalnızlaşma” dediğimiz ya da ben “kimsesizleşmek” olarak kavramsallaştırıyorum, yaşadığımız coğrafyaya, şartlara… Hepsine atıfta bulunabiliriz, doğru, bunların etkisi var. Ama buradaki asıl etken insan. Biz onu tercih ediyoruz ve buna birçok kılıf da buluyor, “Zorunluluklar” diyoruz. “İşten gelmişiz, yorgunuz” diyoruz. Ama şu İzmir’deki olay, inanın eğer biz bunu -yani zihniyet dönüşümünü- kendi ailemizde hemen başlatmazsak, on yıldır tek başına yaşayıp ölen kadından bahsediyorum. Ben çok şaşırmadım. Çünkü bu alanda çalıştığım için şaşırdığım bir şey değil. Hiç mi akrabası yok, hiç mi bir komşu yok? Sosyal sermaye meselesini çok önemsizleştirdik. Kendi hayatımıza müdahale olarak görüyoruz sosyal sermayeyi. Oysa, “Nereye gidiyorsun, ne yapıyorsun?” gibi soruları: “Aa benim hayatımı merak ediyor” Merak kötü bir şey değil, birbirimizi merak etmek…


YALNIZ ÖLEN İNSANLARA DAHA FAZLA RASTLAYACAĞIZ

Ölünce kimse bulamaz…

Kimse… Ne yazık ki. Düşünsenize ölünce kimse merak etmemiş işte… Yine söylüyorum, kendi gözlemlerime ve alandan çalıştığım için söylüyorum, bu bir sürecin belki de ilk göstergesi olabilir. Biz bu tür olaylara daha fazla rastlayacağız gibi bir endişem var.


Çünkü tek başına yaşayan insan sayısı, hane sayısı artmaya başladı. Peki Hocam, gözlemleriniz arasında ideolojik olarak, düşünce kesimlerinde bir farklılık var mı? Yani seküler mi dindarlar mı?


Bence dönüşüm ve değişim ortak. Ama düzey farklı. Hissetme düzeyi farklı. Ben Ankara’da daha seküler bir ilçede yaşıyorum. Gözlemlerime göre yalnız yaşayan ve kapısı çalınan hane sayısı çok az. Daha da ilginci, bu durumu yaşlı anne ve babalar da meşru sayıyor: “İşi var, gücü var. O kadar yoğun çalışıyor…”


ANNE-BABALAR SARSILMAMAK İÇİN KILIF UYDURUYORLAR

Umudunu kesmiş mi?

Umudunu kesmiş ve bunu bir meşruiyet kılıfına bürüyor, kıyamıyor. Bir de meşru saymaya çalışıyor. Yani “Onun kariyeri…” Şimdi bazı şeyler “örtü” olarak kullanılabilir, bazı sorunları da örtmek için. Örneğin kariyerimiz. Kariyerimize çok yatırım yapıyoruz, meşguliyet deriz, ekonomik sorunlar… Hepsini kullanabiliriz istediğimiz zaman. Fakat burada asıl mesele bizim buna gönlümüz yok. Bizim buna gönlümüz olmadığı için anne babalarımız da bize kıyamadıkları için veya durumun ciddiyeti onları çok ciddi anlamda sarsacağı için buna bir meşruiyet kılıfı uyduruyorlar.


Hocam o zaman problemin kaynağı, evlatlarına tırnak içinde “kıyamayan” anne babalar mı?


Bu “kıyamama” meselesi sonrasında işte o ilişkilere “kıyma” anlamına geliyor. Biz kıyamıyoruz da en sonunda o ilişkiye kıyıyorsun.


TOPLUMSAL TRAVMADAN EROZYONA DÖNÜŞECEK

Hep şunu diyorum; bugün sen çocuğuna bir işe vazifelendirmez, bir sorumluluğu yüklemezsen, sana bir bardak su vermez…

Kesinlikle, tam da bu. Çünkü sorumluluk vermiyoruz. Sorumluluk vermeyişimizde de az önce söylediğim gibi yine kendisini düşündüğümüz için. Yani diyoruz ki; “Sen kendini koru, sen kendini düşün. Sen yorulma” falan… Böyle bir durum yok. Bakın, -toplumsal olarak bir travmayı geçiyorum- toplumsal olarak erozyona dönüşecek bu sefer. Covid döneminde, salgın döneminde evlere çekildiğimizde, herkesin çok olumsuz olarak gördüğü ama biraz da yüzleşmek açısından çok önemli bir fırsat olduğunu düşündüğüm bir dönem var.


Hayatımızdaki insanların varlıklarını kabul ettik…


Kesinlikle. Ve şöyle sözler vardı ya: “Eşimi yeni tanıdım bu süreçte.” Espri ama… Şöyle bir şey söyleyeyim mesela: O dönemde benim en çok dikkatimi çeken şey, o sosyal sermayenin Covid olan ailelere nasıl döndüğü. Bir aile biliyorum ki, Covid sürecinde annenin sağladığı sosyal sermaye sayesinde tüm gıda malzemeleri kapılarına bırakıldı. Ama evde olan, iki çocuğu, kariyeri var, maddi olarak da rahat… Ama arayan soranı olmadı. Kendi aralarında şunu söylediler: “Ya annem bayağı sosyal, ilişkileri kuvvetliymiş.” Çünkü o anne, hasta olan kadına gitti, hamile olan kadına çorba yaptı. Bu bir görev bilinci ama kendimize görev bilinci.


Mustafa Merter Hoca, bunu kadim terbiye sisteminin bozulmasına bağlıyor. Otorite değişmeye başladı. Bugünün müdahale edilemezleri “çocuklar” olmaya başladı. Dönüp baktığımızda teknolojiyi de buna katarsak, anne babalar teknolojiye mesafeli ama çocuklar uzman oldular. Anne-baba cahil, çocuk bilen olarak rol belirlemeye başladı. Muhtaçlık durumu değişti biraz, değil mi?


Dijital muhtaçlığa dönüştü. Mustafa Merter Hoca’nın dediği şey, “kadim terbiye” meselesinde biz çocuğu terbiye etme rolü olarak ifade ediyoruz ama aslında orada bir “toplumsal terbiye” meselesi var. Çocuğa terbiye verirken aslında toplumun normlarını kurmaya çalışıyoruz. Yani oradaki terbiye süreci ya da eğitim süreci tam tersine döndüğünde, bu sefer çocuk anneye vermeye başladı.


ÇOCUĞA “TAPMA” MESELESİ TOPLUMSAL DEPREME NEDEN OLUYOR


Sonra şerit ihlali çıkıyor…


Öyle ilişkiler gözlemliyoruz ki… Bu ifadeyi kullanmak belki çok sert gelebilir ama bir “çocuğa tapma” meselesi var. Burada rolleri yerine doğru koymamız gerekiyor. Kim kimin tanrıcılığına soyunabilir ki? Anne-babaya saygı… Tam tersi olarak saygıyı geçtik, çocuğa saygı duymaktan bahsetmiyorum, elbette çocuğa birey olarak, evlat olarak saygı… Ama burada “tapma” meselesine iş gelince veya kutsal sayarak, yani her şeyi ona göre, onun isteklerine göre tasarlama süreci, o kadim terbiye sürecinde çok ciddi anlamda yarıklar oluşturuyor. Bu yarıklar toplumsal olarak büyük bir depreme dönüşüyor. Fay hatlarını açıyoruz. Farkında değiliz. Bu noktaya bir günde gelmedik. Dolayısıyla çözümü de “Hadi bugün şu kuralları uyguluyoruz.” diye değil. Bu bir süreç. Ama ne kadar erken farkına varırsak… Toplum bireylerin yansımasıdır. Nasıl öncesinde anne-babaya bakmama meselesi ayıp olarak karşılanıyorsa, bugün ise “Olabilir, o çocuk da anne ve baba için hayata gelmedi”ye dönüştüyse, o bireyselden çıkmış, toplumsal bir norma dönüşmüş demektir.


Hocam, o zaman burada aslında bireyselliği farklı algılayıp, aslında bireysellikle ilgili de doğru bir yöntem belirleyebiliriz. Yani bireysel olarak yapmamız gerekenler… Kavram tersten anlaşılıyor değil mi?

Kesinlikle. Kavram “bireycilik” olarak anlaşılıyor. Üzerimize düşenler var, bireysel olarak sorumluluğumuz var. Biz bireysel olarak “sorumluluk” meselesini tamamen kenara atarak “bireysel tatmin” meselesine giriyoruz. Yani ben mutluysam, benim menfaatim varsa diğerleri önemsiz. Ama o işte bakın, hayat devam ediyor. Öncesinde belki ayda bir anne-babayı arayan çocuk, yarın öbür gün anne-baba olduğunda veya olamadığında hiç aramayan bir çocuğa dönüşecek. Yani o döngüyü biz bir şekilde sağlıklı kurmamız lazım. Dönüşümünü kendi içimizde yaşamak, farkındalığa varmak ve bunu uygulamak gerekiyor.


ÇOCUKLAR ANNE-BANANIN PROJESİ DEĞİL YANSIMASIDIR

Sosyal medyanın bunda etkisi nedir sizce? Hep suçluyoruz ya sosyal medyayı... Gözlemleri de biraz oradan yapıyoruz.

Tabii, mutlaka var. Sosyal medyanın etkisiz olduğunu düşünmüyorum. Özellikle zaman geçirme meselemiz, meşgalelerimiz değişti. Şunu söyleyebilirim: Anne-baba çocuklara bir görev verdiğinde, “Telefondayım.” diyor. “Telefonda bir şey izliyorum.” veya “Oyun oynuyorum.” diyor. Az önce söyledim, burada biz çocuğa bir suç yüklerken anne ve babanın süreç içerisindeki rolünü de konuşmalıyız. Çocuğa hizmet etmek sadece ona bazı şeyler almak değil, aynı zamanda evdeki rol modelin çok güçlü olması gerekiyor. Bakın, “Instagram anneleri” bunları bir ötekileştirmek için söylemiyorum asla. Fakat şunu merkeze koymamız lazım: Çocuklar genelde bakınca anne ve babanın yansımasıdır. Anne-babanın “projesi” değildir. Dikkat ediyorum, benim yaş grubumda 80’lerde doğanlar, çocuklarına su getiriyor. Anne-babaya bir çocuğun yapabileceği, ailede herkesin yapabileceği belirli görevler vardır. Belirli yaş grubunda çocukken su getirebilirsin veya markete gidebilirsin, ya da alt kat komşuya bir şey getirebilirsin. Küçük eşya taşırsın. Ama şimdi öyle bir şey ki, çantalarını anne taşıyor çocukların. Çocuklardan sorumluluk alıp, sonrasında sorumlu olmasını bekliyoruz.


Hayatta kendi başına kalınca aşamayı geçemiyor. Geçemediği için de bu sefer yalnızlaşıyor. Hayatını izole ediyor.


Bir meydan okumayla karşılaşamıyor çocuk.


Peki Hocam, sosyal medya şöyle yapıyor olabilir mi: İnsanlar bu komşuluk ilişkilerinden vazgeçip sosyalleşmesini sosyal medyaya taşıyıp ilişkiyi oradan yürütüp, bir performans insanına dönüştü mü?


Kısmen evet. Yani çok değil ama kısmen var.


HAYATLARIMIZI KURGU ÜZERİNDEN GERÇEKLEŞTİRİYORUZ


İzlensin diye iyilik yapmak, izlensin diye yemek yapmak, çocuğa annelik yapmak…


Kendini çok iyi göstermek adına veya bir iyilik hareketinin parçası olmak… Buna muhtaç olduğumuz için izliyoruz bu arada, onu da söyleyeyim.


Tatmin mi oluyoruz?


Evet, yani “Aa evet ya, hâlâ böyle şeyler de varmış” diye… Yani “Yok ya, o kadar da ölmedi” gibi. Ama kendi hayatımızda bunu uygulamaktan kaçınıyoruz.


O videonun sahih olduğuna dair de şüphe var aslında…


Onu da sorgulamıyoruz. Bir bakıyoruz 1,5 dakikalık, 1 dakikalık bir kurgu. Dolayısıyla bütün hayatlarımızı, çocuklar da dahil olmak üzere, bir kurgu üzerinden gerçekleştirdiğimiz için, yaşarken de kurgusal ilişkiler kuruyoruz. Yine az önce söylediğime döneceğim: Gerçek ilişki kurma biçimlerinde sıkıntı var. Sosyal medyanın bence etkisi bu: Kurgusal ilişkiler üzerinden gidiyoruz ve “Bu böyle olmalı.” gibi bir algımız var. “Evet, bu böyle, bu ilişki biçimi böyle olmalı.”


MAHREMİYET İHLALİ ÇIKAR İLİŞKİSİDİR

Mesela bir kadın-erkek ilişkisi üzerinden bir video, bir kurgu… Kadın ve erkek, gerçekler, karı kocalar… Orada bir krizi çözüyorlar belki, altına yazılan yorumları okuyoruz. Ben çok hayal kırıklığına uğradığım yorumlar oldu. Çünkü var olan insanlar, “İşte benim kocam olsaydı beni camdan aşağı atardı!” Hakaret ediyor. “Akraba terörü” diye bir kavram var mesela. Yani bu sefer eleştiriyi nefrete çeviriyor ve kamusallaştırıyor. Bu daha büyük bir tehlike değil mi? Kimsesizleştirmenin de basamağı olmuyor mu?


Basamağı oluyor. Aslında meşrulaştırıyor. Öyle bir video izliyor ki, sonrasında o videonun altına yazılanlar işte “Ben olsam şöyle olurdu, eşim olsa bana böyle yapardı” gibi. Aslında kitlesel nefreti körükleyen veya o kavrama yönelik… Bir de biz kavramlara da nefretimizi yöneltiyoruz. Yani o videolar sayesinde “akraba terörü” gibi, “kayınvalide terörü” gibi, “yılan elti”, “akrep görümce” gibi… Kendi bireysel ilişkilerimizi bu sefer “toplumsal olarak böyle oluyor” diye sorguluyoruz veya bütün nefreti oraya yönlendiriyoruz. Burada “mahremiyet” meselesine de girmek istiyorum. O videoların bence en büyük zarar verdiği şey; evet kavramlar, evet ilişkiler ama aynı zamanda mahremiyet duygusu. Dışarıyla sosyalleşmek, dışarıdan haber almak, birbiriyle iletişim kurmak başka bir şey. Ama bütün mahremiyeti bu kadar rahat, bu kadar göz önüne sermek ve bunun üzerinden de etkileşim almak için… Arkasında başka bir çıkar meselesi var. Performans insanı olabilmek için… Yani o performansı artırabilmek için bu mahremiyeti bu kadar gözler önüne sermek, bir taraftan da onu izleyenlerde o yapay ilişkinin “Evet, böyle olması gerektiği”ne dair bir algıya sebep görüyor. Ben, çocuk-eş, öğretmen-öğrenci, doktor-hasta gibi mahrem alanların bu kadar rahat bir şekilde görünür kılınmasının çok ciddi anlamda sıkıntıları olduğunu düşünüyorum. Bizim o ilişkiye yüklediğimiz anlamın, değerini düşürüyor. Bir ilişkinin anlamı aynı zamanda kendine özel olmasıyla, iki kişi arasında başka bir dil kurulmasıyla alakalıdır ve herkes dışarıda kalır. Bu bazen karı-koca olabilir. Karı-koca ilişkisi içerisinde mesela çocuklar dışarıda kalmalıdır, değil mi? Mahremiyet duygusunda… İşte bizde ne vardır: “Çocuklar duymasın.” İşte anne-baba, ikisi arasındaki ilişkide, çocukların haberi olmamalıdır.


72 millet duyuyor Hocam…


Şimdi ama tam tersi: Karı-koca, gelin-kayınvalide, damat-kayınpeder… Bütün ilişkilerin bu kadar görünür olması ve mahrem alanı bu kadar rahat açması, o ilişkinin değerini de azaltıyor. Bu ilişkilere yüklenen anlamı da azaltıyor.


Bir de şöyle bir şey var, başkalarının hayatına öykünmek gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. “O öyleymiş, ben de öyle yapayım” gibi…


Sosyal medyanın en önemli, negatif taraflarından bir tanesi bu mesela. Dediniz ya “performans.” Şimdi sürekli önümüze bir çıta konuluyor ya da bir hedef konuluyor. “Evet, böyle yaşıyorlarmış, buraya gidiyorlarmış, böyle bir ilişki biçimi varmış.” İlişki biçimi bazen bir evlilik teklifi olabiliyor, bazen bir yıl dönümü olabiliyor, bazen çocuğun merasimleri olabiliyor. Ve siz sürekli ona yetişme kaygısıyla çocuğunuzu, eşinizi, annenizi ona göre dönüştürmeye çalışıyorsunuz.


Yapmazsan ne denir ona… Anlamsız bir şey, üretmeyen, yapmayan boş bir insanmışsın gibi de oluyor, değil mi?


Ben onu tiyatro sahnesine benzetiyorum. Elinize bir metin veriliyor, o metne göre siz de kendi hayatınızı yorumluyorsunuz. Hayır, bizim ortak değerlerimiz var. Kendi bireyselliğimizi farklı algılıyoruz. Hepimiz biricik bir ailenin üyesiyiz; ortak değerlerimiz var. Diğerine benzemek zorunda değiliz, diğeriyle yarışmak zorunda değiliz. Bir de şunu da söylemek lazım, aslında bence bizim dönüştürmemiz gereken meselelerden bir tanesi de “rekabet.” Yani aile içinde rekabet, arkadaşlarımızla rekabet, çevremizle, akrabalarımızla rekabet… O rekabet duygusu, sosyal medyanın çok ciddi anlamda beslendiği bir şey.


SINIRI BELİRLEYEMİYORUZ, NEFSİN SINIRI YOK

Etkileşim… Daha fazla izlenmek için bu sefer sınırları aşmak zorunda kalıyorsun.

Ya bizim şöyle hikâyelerimiz var; selfie çekerken düşme, işte içerik üretirken zarar görme… Zaman zaman düşünüyorum: “Ne gerek var?” Mesela ölen insanlar var, bakın. Yani etkileşim uğruna içerik üretirken… Aslında gerek yok. Kişi kendi anlamını onun üzerinden buluyor. Tatmin oluyor.


Ama bunun da sınırı yok…


Yok. Çünkü sınırı belirlemiyoruz. Benliğe hizmet ettiğimiz için benliğe hizmet ettiğimiz sürece sınır yoktur. Nefsin sınırı yoktur. O yüzden kurallar, değerler, bazı toplumsal normlar, uzun sürede gelişmiş veya İslami, dini, ahlaki kurallarımız var… Nefsin bir sonu yok ve onu tatmin etme meselemiz de yok, mümkün değil ki.


Teoman Duralı Hoca diyor ki; “İbrahimi dinlerde, Müslümanlıkta, Hristiyanlıkta, Yahudilikte sınırı din koyar. Ahlakla. Çünkü temeli ahlaktır” diyor.


Ama bizim sınırlarımızın şu anda geçişkenliği yüksek. “Sınırlar belirsiz” demiyorum, geçişkenliği çok yüksek. O sınırları belirleyecek en önemli meselemiz, Teoman Hocanın dediği gibi dindir.


REKABET ÇOK FAZLA CAMİDE BİLE “BİZ”E DÖNÜŞMÜYORUZ


Siz “ben merkezli yaşamdan” bahsedince aklıma şu geldi: İslam şehirleşmesi cami merkezlidir. Medine’den başlamıştır, mescit etrafında. İnsanlar mescitte buluşurlar. Yani o benlikten “bir” olmaya giderler. Kâbe’de tavaf ederken böyledir. Selçuklu, Osmanlı bunu bir şekilde sağlamıştır. Anadolu’da, köylerde öyledir. Şehirleşmede cami merkezinden çıktık sanki biraz. Yaşam şimdi “sosyal medya merkezli” dönüşüyor…


Şunu da söylemekte fayda var: O “benlik” meselesi yani bir “biz”e dönüşürken, bizim kitlesel olarak da çok yerimiz var; okul, üniversite, çalışma alanları… Şimdi tabii uzaktan çalışma, evden çalışma gibi normlar var. Belki onu da başka bir şekilde tartışırız. Onlar da çünkü zaman içerisinde başka sıkıntıları beraberinde getiriyor. Alakalı sorunlarla ilgili ciddi çalışmalar var, özellikle “yalnızlaşma” etkisine dair. Fakat “camide birleşme,” “okulda birleşme,” “çalışma hayatında birleşme” meselesinde rekabet o kadar can yakıcı ki “biz”e dönüşmüyor, burada sıkıntı yaşıyoruz. Bakın, biz’e dönüşmediğimiz için “bir” olarak da var olmak istemiyoruz. “Biz” olarak var olmak istemiyoruz, bütünleşmek istemiyoruz. Dolayısıyla o bizim işte camide birleşerek, hani hepimizin eşit olduğu bir mekân… Sonrasında işte başka mekanlarda sürekli rekabet, sürekli öne geçme… “En başarılı…” Enlere takınıldığı için, eşitlikten ziyade “eşit olma” meselesinden ya da “birbirimizle aynılık” derken şundan bahsediyorum: İnsan olarak aynıyız. Tabii ki hepimiz çok farklıyız.


Hocam, herkes farklılaşmak için uğraşıyor ama herkes aynılaşıyor.


Tam da bu. Robotik bir hayata dönüşüyoruz. Bakın bu işte istatistikler açıklandığında yapılan yorumlara baktığımda ben hep gülümsüyorum. Biz verileri şöyle okumuyoruz: Uzun bir sürecin sonunda biz robotik bireylere dönüşüyoruz. Aynı performansı göstermeye çalışan, onun yaptığını yapmaya çalışan, onunla rekabet edip daha da güçlü, daha da kariyerli, daha da başarılı, daha da çok tüketen… Hep burada arıyoruz.


Ama en nihayetinde bir estetik ameliyat furyası ile herkesin burnu aynı oluyor.


Çünkü her şeyi satın alabiliyoruz. Bu arada sosyal medyanın en temel sıkıntılarından bir tanesi de bu.


KADIN VE ERKEK ROLLERİ BİRBİRİNE KARIŞTI

Hocam toparlarken geldim can alıcı soruya: Bu evlilik meselesiyle ilgili, genç kızların evlenmekle ilgili tereddütleri var. Bir de “münasip eş” meselesi var. Erkeklerde de var bu arada, ama hanımefendilerde daha fazla olduğuna dair bir gözlemim var. Ne diyorsunuz?

Bu, Türkiye toplumunda farklı mahallelerde, farklı gruplarda farklı deneyimleniyor. Bir defa şunu gözden kaçırmayalım lütfen: Türkiye’de, tam da yetiştirme meselesinden dolayı, erkek ve kadın rolleri birbirine karışmış durumda. Bunu, “haklarda eşitlik” bağlamında söylemiyorum ama erkek ve kadın meselesinde erkeklere yüklenen aynı zamanda birçok sorumluluk var. Beklentiler değişiyor. Sosyal medya aracılığıyla işte çok lüks bir evlilik teklifi, çok fazla tüketim, kadını çok fazla mutlu etme meselesi parasal olarak, maddi olarak… Çünkü sürekli dayatılıyor. Erkekler bundan ciddi anlamda kaçınıyor. Ben burada erkekler tarafından konuşmak durumundayım çünkü görebiliyorum. Ve şöyle bir cümle söylüyor: “Hayat müşterek ise ben niye bunları karşılıyorum?”


KADIN SORUMLULUK ALMIYOR, ERKEKLER KADINSILAŞTI

Hani nerede eşitlik?

Şimdi bir erkeklerin kaçış durumu var. Fakat kadının kaçış noktasını da söyleyelim. Şimdi Trabzon’da bir laf var: “Pis işleri erkekler yapar” diye. Mesela arabanın lastiği patlamışsa bunu erkek yapar. Ya da işte çöpü erkek atar. Yani fiziksel olarak zor işleri erkek yapar. Hayat müşterek meselesine geldiğimizde kadın ve erkek rolleri birbirine karıştı. Kadının yüklendiği roller çok daha fazlalaştı. Özellikle kadının istihdama girişiyle birlikte. Dolayısıyla kadın şöyle düşünüyor: “Ben neden bu işleri de sorumluluk olarak alayım?” Çünkü erkekler kadınsılaştı. Bunun sebeplerinden bir tanesi, erkek ve kadın eşitliğini, haklarda eşitlik değil de biyolojik eşitlik olarak sağladığımızı sanmamız. Yani bunu bu şekilde sürekli empoze ettiğimiz zaman, kusura bakmasın kimse, bunun sonucu gelecek olan şey erkek ve kadın rolleri veya beklentilerinin değişmesi… O zaman erkek diyecek ki; “Eşitlikse bugün sen yap.” Bu, gerçek hayatta işlemiyor. Her ne kadar teorik olarak ifade edersek edelim. Bakın, gerçek hayatta işlemediğinin en büyük göstergesi şurada: Bir yangın olduğunda, bir savaş olduğunda ne diyoruz? “Önce çocuklar ve kadınlar.” Değil mi? Bu kadar yaradılışla kavga etmenin bir anlamı yok. Yaradılışla kavga ettiğiniz takdirde siz yenileceksiniz, kesin.


MUHAFAZAKAR CAMİADA KADINLAR DAHA MÜCADELECİ

İkinci sebebi de söyleyeyim, özellikle muhafazakâr camia açısından söylüyorum bunu: Kadın ve erkek arasındaki anlayış farkı giderek açılıyor. Yani kadınlar daha fazla derinleşirken, daha fazla hayatı sorgularken, daha fazla anlamlandırırken ve daha fazla mücadeleci iken, erkekler burada biraz daha kolay yolu seçip mücadele noktasında daha yüzeysel bakıyorlar.


BİR TANE ERKEK GÖREMEDİM

Mesela Hocam?

Şöyle söyleyeyim: Bir kadın, diyelim ki muhafazakâr camiadan söylüyorum yine, çünkü birçok öğrencim var… Toplumsal meselelere daha duyarlı iken, toplumsal meseleyi çok ciddi anlamda içselleştirirken, örnek vereyim size: Filistin meselesinde, Metrobüs kullandım ben İstanbul’da, dört kadın gördüm, aynı gün içerisinde Filistin bayrağını taşıyan, işte şal yapmış, çantasına bağlamış… Ama bir tane erkek görmedim. Ben iyi bir gözlemciyimdir.


ÖYLE BİR ADAMLA EVLENMEZ

Biz Filistin İnisiyatifi olarak yaptığımız bütün yürüyüşlerde, eylemlerde katılımın yüzde 80’den fazlasının kadın olduğunu gördük.


Tam da bu. Dolayısıyla böyle bir farkındalığı olan bir kadının -zaten o kadınların ciddi anlamda evlenme meselesi var- sizce krediyle ev alma derdi olan, arabasını yükseltme derdi olan bir adamla evlenme şansı nedir?


KURTULUŞUMUZUN ANAHTARI, O KADINLARIN ÇOCUK YETİŞTİRMESİNDE

“Münasip eş” meselesi… Çok acayip bir yerden yakalamışsınız. Beni biraz döverler bu mevzudan dolayı ama ben burada hanımefendilerden yanayım, onu da söyleyeyim. Çünkü bu başka ve daha büyük bir mesele.

Bir de o kadınların çocukları olmalı. Bakın, bizim toplumsal olarak kurtuluşumuzun anahtarı, o kadınların çocuk yetiştirmesinde.


Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının aslında sosyolojik olarak da fizyolojik ve psikolojik olarak da nasıl sonuçlar doğurduğunu görmüş olduk biraz değil mi? Özellikle bu “biyolojik eşitlenme” meselesinde…

“Kadın doğulmaz, kadın olunur.” şeklindeki o meşhur ifadeyle, -özellikle toplumsal cinsiyet savunucularının sahiplendiği- biz burada; yaradılışın farklılaşmasına ya da yaradılışla kavgaya doğru gidiyoruz. Şunu söyleyebilirler: “Toplumsal düzen böyle mi olmalıdır?” Toplumsal düzen böyle olmadığında yaşadıklarımızı biliyoruz, geçmişe iyi baktığımızda. Dolayısıyla toplumsal düzeni yaradılış üzerinden farklılaştırarak yeniden kuracağımız düşüncesi, o toplumsal düzen değil, çok ciddi anlamda toplumsal düzensizlik, kaos ortaya çıkaracak. Ve bu hepimiz için risk, hepimizi vuracak. Bu düzensizlik.


Altay Cem Meriç: Ateizme yönelimin sebebi psikolojik olabilir

Üner Karabıyık: Yirmi yıl sonra dünyaya çocuk gelmeyecek

Melikşah Sezen: Müslümanlar modernizmi inşa etmeli

Tarık Tufan: Bildiğimiz dünyanın sonuna geldik




Moscow.media
Частные объявления сегодня





Rss.plus




Спорт в России и мире

Новости спорта


Новости тенниса
Екатерина Александрова

Александрова не смогла пройти в третий круг турнира в Индиан-Уэллсе






Цыганова прошлась по Кучере, защищающему Киркорова: «Заурядный ведущий чешет языком, сидя в своем болоте»

ВС России освободили хутор Новенькое в Сумской области

Движенцы и локомотивщики РЖД не могут договориться и провоцируют ЧП. Электрички: саморасцеп и два схода; локомотивы: тянем даже на тормозах — дайджест железнодорожных происшествий конца зимы

В Ульяновской области увеличилась до 40% доля возвратных поездок