M.Nedim Hazar - Toledo'nun etrafında tanklar var!
THY'nin dergisinde bu ay Norveç fiyortlarında yaşayan balıkçı Borge Iversen'in hikayesi var.
Nasıl tatlı tatlı anlatılıyor küçük bir Norveç köyündeki hayat; bolluk, bereket, mutluluk… Diyarbakır'a inince hayaller ile gerçek arasındaki can yakıcı kontrast daha da büyüyor ne yazık ki… Diyarbakır'a 4 kapıdan giriliyor malum; Mardin Kapı, Dağ Kapı, Urfa Kapı, Yeni Kapı. Türkünün dediği gibi; “Diyarbakır dört kapi/ Git bak o yar ne yapi”
Dağ Kapı'nın çevresinde barikatlar, panzerler, siperler konuşlanmış.
Hasan Paşa Hanı, 500 yıllık tarihinde ilk kez bu kadar terkedilmiş ve ıssız.
Bu mevsim sanırım kuşların göç ettiği dönemler, patlama sesleri kuşları şehrin damlarından uzak tutuyor ne yazık ki. Güvercinleriyle meşhur bir şehirde, damlara konamıyor güvercinler. Dağ Kapı'dan insanların çektiği, atsız at arabalarına yüklenmiş ev eşyaları geçiyor habire. Cumhurbaşkanı'nın ifadesiyle; göç etmiyor, yer değiştiriyorlar! Kuşların göç mevsiminde herkes tedirgin, herkeste korku hakim…
Mabetlerde bile.
Öğle namazını bekleyen müminler, öğle ve ikindi vakitlerinde Ulu Cami'nin açık olduğunu söylüyorlar çay içip sohbet ederken. Ve psikolojisi bozuk hemen herkesin.
“Çocukları ve kadınları hiç sorma” diyor bir hacı amca. Yanımda durup durup tebessüm eden ihtiyarı gösteriyor, “Bak mesela bunun hanımı iki ay önce vefat etti, hiç belli ediyor mu?” O anda herkesi derinden sarsacak bir cümle kuruyor fısıltıyla hanımını kaybeden dede: “İyi ki bugünleri görmedi rahmetli!”
Sur'da ‘yer değiştiren' vatandaşlar, civar kahvehanelerde günlerini geçiriyor.
Bak, yoğurtçu geçiyor!
Güçlü bir patlama sesi geliyor yakınlardan bir yerden. Ürküyoruz doğal olarak, “Mayın patlatıyorlar” diyor cemaatten biri. Sur ahalisi ise tamamen perişan. Kahvaltılarıyla meşhur Hasan Paşa Hanı'nda kediler koşturuyor boş masalar arasında. Bir tek müessese açık. “Müşteri geleceğinden değil, maksat açmış olalım.” diyor sahibi. Ahalinin nereye gittiğini sorduğumuzda, herkesin bir akrabasının yanına taşındığını söylüyor. Kimsesizler ise tam perişan. Bir kadın üç çocuğuyla beraber yakınlarda bir bodruma taşınmış. “Bir haftadır sobasız yerde naylonların altında yaşamaya çalışıyoruz.” diyor öfkeyle. Kızgın herkese ve her şeye. Orta yaşlı bir adam yanaşıyor ve “Köyümüzden buraya göç ettirmişlerdi vaktiyle, şimdi buradan da gitmemizi istiyorlar. Gidecek yerim yok, param da. Burada öleyim.” diyor umutsuz gözlerle.
Daracık sokaklar bomboş. Çocukların koşturduğu, seyyar satıcıların sesleriyle şenlendirdiği tarihî; sokaklarda korku kol geziyor. Seyyar yoğurtçu, “Bu sokağa girdim mi, bitirirdim köyden getirdiğim yoğurtları.” diyor elleriyle ıssız pencereleri göstererek. “Artık kimse yoğurt almıyor, değil, yoğurt alacak kimse yok.” diyor. Ve duvarlar yoğurt yemiyor ne yazık ki! En az 15 yıllık sobayı güçlükle taşıyan bir teyze, seyyar satıcı arabasına yerleştiriyor. “Satıyor musunuz?” sorusuna, “Göçüyoruz.” cevabını veriyor. Biri kız iki çocuğu ellerindeki birkaç parça eşyayı yüklüyorlar el arabasına.
Zangoç Uso ile Müezzin Nusret'in şehri
Mıgırdıç Margosyan, enfes kitabı Gavur Mahallesi'nde anlatır buraların geçmişteki halini. Surp Giragos Kilisesi zangocu Uso ile Şeyh Matar Camii müezzini Nusret'in tatlı rekabetini anlatır. Biri minareye çıktığında, diğeri de çan kulesine tırmanır ve yarışa girerlermiş.
Ermenilerin Kürtlerle, Türklerle, Yahudilerle yüzyıllarca iç içe yaşadığı mahalleler buralar. Sokakların daracık ama yüreklerin kocaman olduğu, yüzlerce kültürel rengin bir arada yaşamın sığdığı evler.
Vaktiyle yaşanan kardeşlik tablosu da insanın içini burkuyor bu sebeple: “Güneşin mahalleye düşen ilk ışıklarıyla aralanıyor gözler. Erkekler, dükkânlarını açmak için çarşının yolunu tutuyor. Kadınlar, ev işlerine girişiyor. Çocuklar için daha kalkma vaktine var. Kalktıklarında ellerine geçirdikleri ekmek parçalarını kemirmeye başlayacaklar iştahlı iştahlı, sonra da yaşı gelenler okul yolunu tutacak, diğerleri analarının başına ekşiye ekşiye sokaklarda oynayacak... Ama şimdilik sadece erkekler var sokakta. Mahallenin her yerinden onların selamlaşma sesleri yükseliyor, kimi zaman Ermenice, kimi zaman Kürtçe, Türkçe, Arapça: ‘Pariluys', ‘Aleykümselam', ‘Rojbaş'.
Cami cemaati namaz vaktini beklerken.
Bütün diller birbirine karışsa da anlamları hep ulaşıyor birbirlerine. “Boş şişe aliyam” deyip, sırtlarında torbalarıyla gezen Yahudiler de sokakta yerini aldıysa, her şey tamam demektir. O halde, mahalleye; ‘Hoş geldiniz', ‘Pari Yegar', ‘Hûn bixêr hatin'!”
Devlet ile örgüt arasına sıkışan bu insanların sesini kim duyar bilemiyorum ama bir Kıbrıs atasözünün dediği gibi, “Yumurta da taşın üstüne düşse, taş da yumurtanın, olan hep yumurtaya olur!”
Olan masum vatandaşa oluyor her zamanki gibi…
Ya Heron ya Drone!
Sur sakinleri, yakın mahallerdeki kahvehanelerde geçiriyorlar günlerini. Duvarlarında Bediüzzaman ve Yılmaz Güney portresinin işlendiği küçük halı tablolar asılı bir kahvehanede olan biteni anlamlandırabilmeye çalışıyorlar hava kararana kadar. En çok bölge sakinlerinin hendek kazdığı iddiası zorlarına gidiyor, “İnsan kendi evinin önünü, çoluk çocuğunun geçtiği yolu mayın tarlasına çevirir mi hiç?” diye soruyor bir Diyarbakırlı. “Peki bu kadar hendek açılırken hiç haberiniz olmadı mı?” diye soruyoruz. “4 ay mayınların arasında evlere gidip geldik, nasıl haberimiz olmaz.” diye çıkışıyor. Yüzü maskeli kişiler tarafından açılan hendekleri, şikayet edenler de olmuş ama bir şey yapılmamış. “Hem şikayete ne gerek var ki?” diye şiddetle karşı çıkıyor. “Hani Ortadoğu'da yaprak kımıldasa haberleri vardı?” Başıyla onaylıyor diğerleri. “Kafamızı kaldırdığımızda ya ‘Herron' uçuyor tepemizde ya ‘Dırron'!” “R”lerini vurgulayarak çoğalttığı iki hava aracı. Biri resmi, yani Heron. Diğeri ise, daha çok sivil çekimlerde kullanılan, üzerine kamera takılan mini uçan cisim; yani Drone. Fakat öyle bir vurgulu söylüyor ki, insanın aklına “Ya Herro ya Merro!” geliyor.
Ellemeyin biz iyiyiz!
“Sur, Toledo olacak.” açıklamasına acı acı tebessüm ediyor bölge sakinleri. “Bugüne kadar birileri, özgür olacaksınız, zengin olacaksınız, mutlu olacaksınız.” filan diyerek bozdu buranın düzenini. Toledo filan olmasın. Biz Sur olarak kalalım, Diyarbekir olarak kalalım. İnanın bu millet kendi haline bırakılsa bu acılar yaşanmaz.” diyor yıllardır uygulanan yanlış politikalardan sayısız acı yaşamış insanlar. Birilerinin bir şey yaptıkça yaranın daha derinleşmesi daha nasıl iyi ifade edilir bilemiyorum. Tufan'a denk geliyoruz sonra. İlkokulda öğrenciymiş okullar açıkken. Şimdi, bir kahvede 10 lira yevmiye ile çalışıyor. Babası vefat etmiş Tufan'ın, annesi ve üç kızkardeşine kendisi bakıyor delikanlı. Oyun oynayacak çağında yüklenmiş hayatın ağırlığını, hava kararmadan evine gidebilmenin telaşında o da.