Ona bir mezar verin [Gizli Dünya, Vizyondakiler'de]
Macar yönetmen L·szló Nemes imzalı Saul'un Oğlu, şimdiye kadar çekilen Holokost filmlerinden ayrı bir yerde duruyor. Auschwitz'te görevli esir bir mahkumun gözünden Nazi ölüm kamplarının rutinlerini perdeye getiren film, sinemada yüzlerce örneği olan bu alanda müstesna bir yer ediniyor.
Ülkesi Fransa'da zaman zaman ‘antisemitik' suçlamalarına muhatap olan Yeni Dalga'nın usta yönetmeni Jean-Luc Godard, sinemanın Nazi toplama kamplarını temsil etme görevinde başarısız olduğunu öne sürer. Schindler'in Listesi (1993) filminden sonra verdiği bir röportajda Godard, “Spielberg'in kendine karşı dürüst olduğunu düşünüyorum ama pek zeki değil, dolayısıyla ortaya çıkan sonuç (film) dürüst değil, düzmece.” demiştir (Film Comment, Mart-Nisan 1996). Bu sözler, Godard gibi sivri dilli biri için sıradan ifadeler.
Godard'ın ‘holokost ve sinema' konusundaki en net düşüncelerini dostu Pascal Bonitzer'in Bakış ve Ses (Metis Yayınları) adlı kitabında görürüz: “Toplama kampları üstüne yapılabilecek tek hakiki film -hiçbir zaman çevrilmemiştir böyle bir film, hiçbir zaman da çevrilmeyecektir, çünkü bu tahammül edilemezdi- bir toplama kampının işkencecilerin görüş açısından, onların gündelik sorunlarıyla çekildiği bir film olurdu.”
GODARD'A SÖYLEYİN, ‘O FİLM' ÇEKİLDİ
İlginç bir şekilde Godard, Claude Lanzmann'ın 9 saati aşan belgeseli Shoah'ı (1985) da ayrı tutmaz. Holokost'un perdede tekrar üretilerek temsil edilemeyecek bir şey olduğunu savunur; temsil ile hakikat arasındaki aşılamaz mesafeye vurgu yapar. Neyse ki, onun fikrini değiştirebilecek bir film var artık. Şimdi Godard'a haber verebiliriz, ‘o film' çekildi! Fakat bir farkla, Saul'un Oğlu / Saul Fia, işkencecilerin görüş açısından değil, bir ‘sonderkommando'nun gözünden anlatıyor toplama kampı rutinlerini.
Nazi ölüm kampı Auschwitz'te sonderkommando (kampın günlük işlerini yapan esir Yahudi ‘asker') olarak çalışan Saul (Géza Röhrig), her geçen gün sıranın kendine geleceğinin farkında bir boş vermişlikle yapar günlük işlerini. Bu rutinler arasında kampa getirilen ırkdaşı Yahudilere gaz odalarına kadar eşlik etmek, elbiselerini soyup tasnif etmek, sonra onların cesetlerini toplayıp ‘sabunhaneye' götürmek gibi işler vardır. İnsan olmayı unutmuş bir mahkûmdur Saul. Ve bir gün, küçük bir çocuk cesedi görür, eli ayağına dolaşır. Saul'un ruhunun derinliklerinde kaybolan insanlık ışığı parlayıverir. Oğlunun cesedini gören Saul, onun dini bir törenle gömülmesi için haham aramaya başlar. İnsanlığın öldüğü bu kampta, haham bulsa bile sabun yapılmak için bekleyen bu küçük bedeni defnetmek ihtimal dahilinde değildir…
İNSAN YÜZÜ HER ŞEYİ SÖYLER
Saul'un Oğlu, Oscar ödüllerinin Yabancı Dilde En İyi Film dalında Mustang'in en güçlü rakibi. İkisi de ilk film. Sonuç ne olursa olsun, Saul'un Oğlu, sadece son dönemin değil, sinema tarihinin en iyi ‘ilk filmlerinden' biri. Holokost, toplama kampları ve özelde Auschwitz gibi, üzerine yüzlerce filmin çekildiği, binlerce imgenin belleklerimize kazındığı bir alanda bu kadar taze ve olgun bir film yapmak her sinemacının harcı değil.
Bulanık bir görüntünün ardından Saul'un yüzü beliriyor ilkin. Finale kadar kamera Saul'un yanından ayrılmıyor. Yönetmen, kampın dehşetini cesetler ya da gaz odaları ile değil Saul'un yüzündeki hiçlikle aktarıyor. Kameranın göstermediği alanda neler olduğunu ‘Holokost filmleri' müktesebatımıza bırakıyor. Bu konuda zihnimizde binlerce imge var zaten. László Nemes, bu müktesebattan faydalanarak bütün odağımızı Saul'un anlamsız bakışlarla bezeli yüzüne yöneltiyor. Dolayısıyla, bu tür yapımlarda olduğu gibi, çeşitli kamera numaralarıyla kamptaki dehşetin çarpıcı, epik ya da siyah-beyaz anlatımına meyletmiyor. Cehennemin dehşet verici tasvirindense o cehenneme düşmüş bir adamın yüzünü, gözlerini, mimiklerini takip etmemizi; düşüncelerini okumamızı, onun hislerini çözmemizi sağlıyor. İlk başrol performansında Géza Röhrig de, Nuri Bilge Ceylan'ın “İnsan yüzü en güzel manzaradır, her şeyi söyler. Gerçeğe ulaşmanın tek yoludur.” sözünü ete kemiğe büründürüyor.
Saul'un Oğlu, Holokost filmlerini de aşıp sinema tarihine geçecek bir yapım. Geçtiğimiz yıl, Dheepan'ın Altın Palmiye aldığı Cannes Film Festivali'nden Büyük Jüri Ödülü (en iyi ikinci film) ile yollanması Coen Kardeşler başkanlığındaki jürinin ayıbıydı. Bu ay sonunda Oscar alamazsa o da Akademi'nin ayıbı olur.