Okurlar sordu, Mümtaz'er Türköne cevapladı
Zaman Gazetesi okurlarının mail ve sosyal medya hesaplarından gönderdikleri; olaylara ve yayınlarına dair eleştiri ve görüşler yayın mutfağına ışık tutarken bu bölümde ilgiyle takip edilen gazetemizin yazarları sorularınızı cevaplıyor. Bu haftaki “Okur mektubu” köşesinde Mümtazer Türköne okurlarımızın sorularını cevaplandırdı.
Ahmet Kara:
Herkesin yazmaya, konuşmaya korktuğu bir dönemde sizdeki bu cesaretin kaynağını merak ediyorum.
“Küllü cahilün cesurün.” Bu, çok sevdiğim Arapça bir atasözü. Cesaret cehaletten gelir. Bunu tevazu göstermek için söylemiyorum. Genellikle cesaret cehaleti kapatmak için devreye girer. Ben gerçekten cahil biriyim. Cehaletin ölçüsü, bilmediklerinizdir. O kadar çok bilmediğim şey var ki. Bazen bilmediklerime bakıp çaresizlik duygusuna kapılıyorum. Cesaret tam burada devreye giriyor. Eksikler bu sayede tamamlanıyor. Eğer birilerine, üstelik çok güçlü birilerine kafa tutuyorsanız, kimse bilmediklerinize takılmıyor. Kısaca cesaret bilgiyle aranızdaki ilişkiden çıkıyor, yani eksiklikten. Düşünürken cesur olmak farklı bir şey. Fanilere karşı değil, kalıplara, tabulara karşı düşünceye sınır tanımamak, sonuna kadar gitmek. Bildiklerinizden, önünüze konulandan şüphe etmek, eleştirmek. Asıl büyük cesaret özgürce düşünmektir. Sonucu eleştiri oluyor. Siyasette karşılığı ise muhalefet. Özgürlük eleştirenlere, itiraz edenlere, muhalif olanlara lazım. Özgürlüğü taşımak, özgür yaşamak büyük sorumluluk. Cesaretten kastınız korkusuz olmak ise, o bambaşka bir şey. Başınıza geleceklerden çekinmek, bu yüzden düşüncelerinizi dile getirememek zamanla inandıklarınızdan vazgeçmek. Sinmek, saklanmak, ikiyüzlü olmak. Korku öğrenilen bir şey, doğamızda olan bir şey değil. Korkmayı öğrenememek de bir cehalet türü olmalı. Korkarak yaşamak ve sırf bu yüzden güce boyun eğmek bana çok pespaye bir hayat biçimi gibi geliyor. Neden korkuyorsunuz? Hz. Ali'nin bir sözü var: “Şehit olmazsanız ölürsünüz.” diyor. Yani nasıl olsa hepimiz öleceğiz. Korkarak yaşamak da ölümü engellemediğine göre, güç sahiplerinden niye korkacaksınız? Korkusuz yaşayıp beş yıl önce ölmenin ne mahzuru var? Ölümden öte köy olmadığına göre? Ne var kaybedeceğimiz Allah aşkına? Öbür tarafa ne götüreceğiz yanımızda?
Sinem Cengiz:
Suriye meselesi bizi savaşa götürecek gibi görünüyor. Ne dersiniz hocam?
“Caydırıcılık” diye bir tabir var, savaşların dünyasına. Karşı tarafı savaşacağınıza inandırarak durdurmak. Belki savaşmaktan daha önemli. Türkiye Rus uçağını düşürerek caydırıcılığını göstermiş oldu. Bunu koruması ve sürdürmesi lâzım. İşte bu caydırıcı politikalar çoğu kişide “savaş kapımızda” duygusu uyandırıyor. Türkiye Suriye krizinde, geleneksel düzenli devlet modunun epeyce dışına çıktı. Bu duruma “kaideli devlet” yerine “operasyonel devlet” deniyor. Kendi koyduğunuz kuralların dışına çıkarak avantaj yakalamaya çalışıyorsunuz. Türkiye bu yolda çok şey kaybetti. Hızla kaideli devlete geri dönmemiz lâzım. Türkiye savaşa girmez, girmek istemez; ancak bu maceracı politikayla birdenbire kendimizi savaşın ortasında bulabiliriz.
Çok farklı bir dünya ile karşı karşıyayız. Suriye, bölgesel bir sorun olmaktan çıktı, küresel dengelerin tam merkezine yerleşti. Rusya, ateşkesi 70 İHA ile anlık izleyerek bir basın merkezi aracılığıyla dünyaya canlı yayınla geçiyor. Yani her şeyi açık oynuyor. Önümüzdeki tehlike, YPG'nin Miniğ askerî; üssündeki mevzileri gibi yerleri Türk topçu bataryalarının bombalamasından çıkabilir. Rusya, bu bayaryaların bulunduğu yere füze atarsa, birden kendimizi Rusya ile savaşın içinde buluruz. Ancak PYD durmuş vaziyette. Azez'e 25 km, yani koridoru tamamlamasına çok az kalmasına rağmen ABD'nin baskısıyla yerinden kıpırdamıyor. Bir hafta öncesine göre tehlike azalmış vaziyette; ancak zemin çok kaygan.
Ali Sazlı:
Dış politikada hata üstüne hata(ların) yapılması ve bunda ısrarcı olunması normal mi? Sokaktaki vatandaşın bile bir stratejisi var.
Bir dış politikamız yok ki hata yapalım. Peş peşe yapılan operasyonlar var. Dünya bizi dış politikamızla değil El-Nusra ile bağımıza bakarak yargılıyor ve tavır alıyor. Cumhurbaşkanı alenen El-Nusra'ya sahip çıkmadı mı? Bir de sürekli çiğnenen kırmızı çizgilerimiz var. Fırat'ın batısı kırmızı çizgimizdi, meselâ. Kaç tane kırmızı çizgi çektik, hepsi çiğnendi.
Türkiye aşırı özgüvenle Arap baharının rüzgârını arkasına alıp yükselmeye niyet etti. Sonra bahar kışa dönünce, biz de donduk kaldık. Mısır ve Suriye, durumu özetlemek için yeterli.
Politikasızlığın sebebi, dış ilişkilerin çok fazla kişisel renklere bürünmesi. 2015 Şubat'ında Erdoğan'ın Kış Olimpiyatları'nda Soçi'de Putin ile yaptığı basın toplantısını hatırlayın. Putin Erdoğan'ın “dostu” ve Rusya bizim stratejik ortağımızdı. Şimdi savaşın eşiğine geldiğimiz Rusya'dan bahsediyoruz. İsrail ile 180 derece çark eden politikamız da tersinden bir örnek. Ciddi devletlerin devlet politikaları olur, kişisel politikası olmaz. Dikkat edin, Erdoğan'ın kişişel ilişkileri ile oluşturulan politikaların hiçbiri yürümüyor.
Nurhan Gün:
Akademi dünyasındaki bu suskunluk, derinlere gizlenmiştik hali ya da tam tersine suyun aktığı yönde gidenler size ne hissettiriyor?
Akademi dünyasının her anlamda ciddiye alınacak bir şeyi kalmadı. Saray, akademisyenlere yüksek lise öğretmeni olarak bakıyor, bir tür memur olarak görüyor. Çok aşırı bir politizasyon var. Her yerde cadı avı yapılıyor. Politizasyon, bilimi bitirir. Üniversiteler bilim üretmiyor. Kişisel çabasıyla bilim üretenleri başka bir yere koyun. Bu üniversite düzeninin bilimi ve kaliteli eğitimi desteklemesi mümkün değil. Taşra üniversiteleri tam bir facia. Bu üniversitelerden mezun olan gençler, girdikleri gibi hiçbir şey öğrenmeden çıkıyor. 16 bin civarında öğretim üyesinden bahsediliyor. İyilerin yaşama imkanı yok. YÖK, “lidere sadakat” kriteri ve paralel avı ile bilimi üniversitelere yaklaştırmıyor.
Diktatörlükler, düşünce iklimini çöle çevirir. Türkiye kötü bir dönemden geçiyor. Bir düşünceyi alıcısına ulaştırma probleminiz var. Sağdan soldan bir yığın hakaret, küfür arasında söyledikleriniz anlaşılmıyor. Farklı düşünenlerin ve cesaretle bu düşüncelerini ifade edenlerin, mahkeme mahkeme dolaşıp cumhurbaşkanına hakaret etmediklerini, eleştiride bulunduklarını ispatlama mecburiyeti var.
Geçer akçe tek kişinin iktidar değirmenine su taşımak olunca, gazetelerdeki ekranlardaki seviye çok düşüyor. İki kelimeyi bir araya getirip, ilkokul düzeyinin üstünde kompozisyon yazamayanlar sırf “yandaş” oldukları için köşe kapmaca oynuyor. Düşüncenin gelişmesi için eleştiri özgürlüğü lazım, o da bizde yok. Durum bu yüzden bu kadar iç karartıcı.
Demirhan Alptekin:
Hocam akıl sağlığınızı nasıl koruyorsunuz böyle bir ülkede?
Şimdi siz sorunca ben de kendime sordum: “Akıl sağlığım yerinde mi?” diye. Hakikaten normal miyiz? Malum akıl sağlığında “normal” kabul edilen, toplumun benimsediği ve uyduğu genel ortalamaya göre belirlenir. Galiba bu ortalama diğer toplumlarda bambaşka. Zamanla alışıyorsunuz ve garip karşılamıyorsunuz. Tehlikeli olan ise işte bu. Alışmak ve kanıksamak. Diktatörlük, “iki gün konuşurlar sonra alışırlar” kalıbı üzerine inşa ediliyor. Demek alışmamak lazım. Akıl sağlığı adına bu şartlarda normal kabul edilen aslında normal değil demek ki.