Ahmet Selim - Bilgi, bilgelik, kişilik
Sadece “bilgi”, çok fazla bir şey ifade etmez. Hepimiz farkındayız ki, birçok insan nice kötülükleri bile bile yapıyor.
Bunun sebebi bilgi ile bilinç arasında bir irtibatsızlığın var olmasıdır. Bilgi, ışıklı hür aklın (tasallutsuz akıl) süzgecinden geçtikten sonra bilince mâl olur.
Bunu söylemek kolay da, î;zahı çok yönlü emekleri ve anlama zahmetlerini gerektirir.
Akıl, edindiği bilgiyi ve bulduğu doğruyu kalpten gelen (ondan aldığı) ışık ile; kişiliği oluşturmak durumunda bulunan bilince yansıtır. Bu yansıma, bu katkı, kişilik yapısını oluşturan değerlerde buluşarak bir “bilgelik” nasibinin gerçekleşmesini sağlar. Bilgi-bilinç râbıtası, çok kısa anlatımıyla böyle kazanılır. Bilgi-bilinç-bilgelik iletişimini nefs bozmaz ise tekâmül yolculuğu başlar ve devam eder. Düşünce (tefekkür), ışıyan sevgi cevherinin kalbî; tecelliyâtı ile doğar, gelişir, ufuklara ve derinlere doğru açılır.
Anlatalım, bu meselenin bilgilerini verelim; deriz. Versek ne olacak? Biz vereceğiz de; o nasıl, ne biçim, ne kadar olacak? Ve o bilgilerden ne derece faydalanacak? Sahibi olduğu bilgileri nasıl kullanıyorsa, vereceğin bilgileri de öyle kullanacak. Nefsaniyetinin emrindeki inat, inkâr, nefret, öfke gibi duygularla kullanacak… Sevgi, basiret, itidal, vicdan, insaf, ferâset diyarına ziyaretçi olmasını sağlayıcı bir “bilgelik nasiplisi kişiliği” yok ki. Ne anlatılırsa anlatılsın, o kendi anlamak istediğini anlayacak.
Cehâlet kötüdür. Fakat haddini bilen için çok vahim değildir ve biraz gayretle telâfi edilebilir. Sonra cehaletin uzmanlık dalları farklılığına bağlı olarak herkesi ilgilendiren bir tarafı da vardır. Ayrıca samimi az bilginin, ferâsetle irfanla nisbi olarak mahzurlu olmaktan çıkması da mümkündür.
Gelgelelim bilinçsiz bilginin, yani bilgelikle hiç bağ kurmamış bilgi kalabalığının cehâleti; şifâsız bir zafiyettir. Bu aslında, bilgi cehaletinden bin beter bir özel bilinç ve bilgelik cehaleti ve gafletidir.
“Bilinç ve bilgelik” zafiyeti varsa karşınızda, hitap sıkıntısına hattâ acziyetine düşersiniz. Boğazınız düğümlenir, kaleminiz işlemez olur.
Bu bahiste o kadar doluyum ki; günlerce anlatsam doyamam, tatmin olamam. Şu yazıya ne kadarını sıkıştırabilirim ki. Deniyorum sadece.
Prof. Faruk Kadri Timurtaş, uzun yıllar önce yazdığı bir makalede “vukufiyet yanlıştır; vukuf olur vukufiyet olmaz” diye yazmıştı. (Türk Yurdu, 1959) Her gün hatırlıyorum, çünkü her gün “vukufiyet” yanlışı ile karşılaşıyorum. Kardeşim; “vukuf” olur, “vuzuh” olur; vâkıf olur, vâzıh olur; vukufiyet ve vuzuhiyet olmaz, olmaz… Söyle söyle, faydası yok. Asrın en gelişmiş tefsirini yazma niyetinde olduğunu belirten ve gerçekten de çokça bilgili bir tefsir profesörü, her kitabında onlarca defa “vukufiyet” kelimesini kullanıyor. Özellikle dil ve Osmanlıca bahislerinde fevkalâde iddialı bir genç münekkid de aynı durumda. Nasıl oluyor, anlamıyorum. İkisine de bir not yazasım geliyor: “vukufiyet'i kullanmanız vukuf kelimesine vâkıf olmadığınızı gösteriyor!”
‘Bilgi'den ‘bilgelik'e giden ince ve hassas iletişim ağı kılcal damarlar gibidir. Ahlak ve vicdan merkezlerini de kapsar… Kuru ve yalnız bilgiler, düşünce cümlelerinin bütünlüğünü inşâ etmeye yetmez; değerleri, ekseriyâ fersiz ve dağınık oyun gölgelerine benzer. Bir öğrenci için de bir profesör için de.
“Sözün bittiği yer” denir. Ben başka bir açıdan bakıyorum: “Söz'ün muhâtapsız kaldığı durumlar”. Söz muhâtapsız kalınca, kendi kendinizle konuşmaya başlarsınız. Eski insanlar daha az yalnızdılar; çünkü bilgileri, yetersiz de olsa, ‘bilgelik'le buluşurdu. ‘Hal'den, ‘hakikat'ten, ‘söz'den anlarlardı.