Sadâkat nasıl olmalı?
Günümüzde bazıları, hüsn-ü zan ettikleri, mensup oldukları, düşünce ve aksiyonlarına çeşitli seviyelerde destek verdikleri şahıslara İslâmî; kaidelerle izahı imkânsız bir şekilde medh u senada bulunuyor.
Bu türlü şeyler, şöyle böyle, haklı haksız, az veya çok onu çekemeyen insanları tahrik eder. Siz böyle yaparsanız günaha, sû-i zanna sevk edersiniz onları. Sonunda onlar da kaybeder, siz de. İnsanlarda bir damar vardır; hocası, aynı halkada beraber oturduğu ders arkadaşını biraz methettiğinde dahi içinde bir şeyler olur ona karşı, hâlbuki arkadaşıdır.
Bazen etrafı tarafından medh u sena edilen kişiler halî; veya kavlî; olarak buna destek verirler. Bu durumda, tabir caizse, musibet ikileşmiş ve önü alınmaz bir hale gelmiş veya geliyor demektir. İslâm tarihine bu gözle baktığınızda görürüz ki, bu türlü yaklaşımlar, tesiri günümüze kadar uzanan menfi oluşumlarda çok önemli rol oynamıştır. Safevî; ve Fâtımî; devletlerinin kuruluşunun arkasında Hz. Fâtıma'nın torunu olduğunu iddia eden -nesebi olarak olabilir- kerameti kendinden menkul insanlar ve onları göklerde uçuran kişiler vardır. Haşhaşî;ler ve Murabitî;n olarak tarihte yer alan oluşumlar da bu kategoriye dâhildir.
Büyük büyük şeyler iddia edenler çıkmış bunlar arasında. Göklerde meleklerin önünde namaz kıldırmadan tutun da, cennet ve cehennemin anahtarlarını ellerinde bulundurmaya kadar... Çok ağır şeyler bunlar. Niye insanlar Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini yarattığı ahsen-i takvim çizgisinde, ayakları yerde, mütevaziyane kulluğa razı olmaz da böyle yüksek payelere gözlerini dikerler acaba? Ne kazanırlar veya ne kazanacaklarını düşünürler?
Evet, sadakat önemlidir. İnsanın davasına, dava arkadaşlarına, örnek aldığı insanlara sadık olması gerçekten önemlidir. Ama sadakat körü körüne bağlılık demek değildir. Şeyhini meleklerden üstün gösterme hiç değildir. Sadakatin birçok yönü var. Mesela, birisi şahsî; günah işlemişse, günahı kendisine; fakat ben yeri geldiğinde usulünce ikaz ederim onu. Doğru yoldan saptığı/sapacağı yerde -hafizanallah- elinden tutarım onun. İşte sadakattir bu. Yanlış konuştuğu yerde usulünce tashih ederim; sadakattir bu. Onu hiçbir şeye feda etmeme, gücüm yeterse mahşerde de onun yanında olma, sadakattir bu. Unutmayın, Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâ-yı illiyyî;n-i insaniyete çıkaran sadakattir.
Şeytanın En Can Alıcı Silahı: Şehvet
Şehvet, şeytanın en çok başvurduğu, en çok kullandığı bir tezgâhtır. Mevlânâ'nın semaha kalktığı zaman irticalen söylediği, Zerkûb veya Hüsamettin Çelebi tarafından kaydedilmiş rubâilerinde anlattığı bir şey var: Mevlânâ orada şeytanla Cenâb-ı Hakk'ı karşı karşıya getirip konuşturuyor. Diyor ki şeytan, Allah'a; “İzzetine kasem ederim ki insanların hepsini şirâzeden çıkaracağım. Ama onların bir dayanakları var, benim de olması lâzım.” Allah, “İstediğin kadar para, al kullan onu” diyor. Memnun olmuyor, ekşitiyor yüzünü şeytan. “İstediğin kadar ömür...” deniliyor, yine yüzünü ekşitiyor; “İstediğin kadar güç, kuvvet...”, yine ekşitiyor; “şehvet” denilince, Hz. Mevlânâ diyor ki: “Şeytan zil taktı oynadı o zaman.”
Şehvet, şeytanın en büyük kozudur, denilebilir. Bana tarih boyunca şehvet mevzuunda dayanmış, sabretmiş, devrilmemiş kaç tane babayiğit gösterebilirsiniz? Kalbi hiç inhiraf etmemiş, gözünün içine yabancı bir hülya girmemiş, kulağı o işin mahremini duymamış, o istikamette adım atmamış, el uzatmamış kaç babayiğit? Zira o, şeytanın zil takıp oynadığı bir mesele. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ümmetime bundan daha büyük bir imtihan, bir fitne vesilesi bırakmadım” buyuruyor. Bizim sabah-akşam yaptığımız dualar, kişinin şehvetle imtihanı karşısında yaptığı duadır; “Böyle bir imtihanla karşı karşıya gelmeden Sana sığınırım!” demektir. Tek taraflı da değildir bu iş. Erkekler kadınlarla imtihan olurken, kadınlar da erkeklerle imtihan olur.
Şeytan hesabına olacak örgülerden ve nakışlardan kaçmak gerek. Başka bir deyişle, örümcek ağına düşmemeli. Ağa düşmüş sinekleri görmüşsünüzdür; çırpındıkça batarlar, daha perişan hale gelirler. Şeytanın ağı da öyledir. O, ağına düşmüşlerin başında bekler; bekler ki kurtulamasın, çırpınsın ve çırpındıkça batsın. Bu sebeple insan, potansiyel genişliğini kendi elleriyle daraltmamalı. Kevn ü mekânlara sığmayan, lâ mekânî; (bir mekânla sınırlanmayan), lâ zamanî; (zamana bağlı olmayan) mahiyetini; daracık bir şeye, bir âna, bir lâhzaya, bir bakmaya, bir öpmeye, bir daneye, bir lokmaya mahkûm etmemeli. Unutmayın, bir kuşu kafese kıstıran şey bir dane hırsıdır.
Demek asıl mesele şeytanın ağına düşmemek. Kur'ân-ı Kerim diyor ki: “Onlara vaatte bulunur ve onları boş kuruntulara sevkeder…” (Nisa, 4/120). Hiçbir vaadini yerine getirmez o. Onun sözünün hikâye edildiği başka bir âyette açıkça diyor zaten: “... Ben de size bir şeyler vaat ettim, ama sözümde durmadım” (İbrahim, 14/22). Öyleyse insanı boş vaatlerle kandıran ve vaadini asla gerçekleştiremeyecek olan şeytanın ağına düşmemeye bakmalı.