Mehmed Niyazi - Osmanlı'nın dikkatine sahip olmalıyız
İlhanlıların istilasıyla Anadolu Selçukluları dağılınca, çeşitli beylikler doğdu.
Osmanlı, çok küçük de olsa bir devletti ama başındaki devlet başkanı han, sultan değil de ‘Gazi' olarak anılıyordu. Osman Gazi'nin yerine geçen oğlu Orhan da aynı unvanı kullandı, hatta devletin bağımsızlığının alametlerinden biri sayılan para da bastırmıştı. I. Murad ise ‘Hüdavendigar' olarak yâd edildi. Oğlu I. Bayezid kendisini tam anlatan ‘Yıldırım' unvanıyla anıldı. O zamanki geleneğe uyarak devrin halifesinden de menşur almıştı. Devletin toprakları genişlemiş, gücü artmış, hukukî; şartları tam anlamıyla tekemmül etmiş olmasına rağmen bastırdığı paralara sadece “Bayezid İbn-i Murad' yazdırmıştır. Timur'un ardından bin bir zorluklarla devleti yeniden derleyip toparlayan I. Mehmed, cengaverliğini pek çağrıştırmayan ‘Çelebi'yi tercih etti. Sultan, padişah gibi unvanlar II. Murad devrinden itibaren kullanılmaya başlandı, II. Mehmed'in İstanbul'u fethetmesiyle yerleşti. Aynı zamanda Fatih'e kadar Osmanlı sultanları, Selçuklu sultanlarının geleneklerini de devam ettirirlerdi. Yeri geldiğinde de Selçukluların adına nizamı sağladıklarını söylerlerdi. Osmanlılar, bir çırpıda ‘Selçuklu'nun yerine geçtik' demediler. Çünkü millet uzun bir zamandan beri yönetildiği Selçuklu hanedanına alışmıştı ve ona saygı duyuyordu. Zaman içinde hizmetleriyle, kahramanlıklarıyla kendilerini millete kabul ettirdiler.
1517 yılında Osmanlılar hilafeti devir almalarına rağmen diğer İslam ülkeleriyle rekabete mahal vermemek için uzunca bir süre halifelik unvanını kullanmadılar. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Müslümanlarla meskûn bazı toprakları Avusturya'ya, Kırım'ı Rusya'ya bırakmak zorunda kalınca, diplomatlarımız devlet başkanımızın sultanlık ve halifelik gibi iki fonksiyonu olduğunu, Müslümanların cumalarda halife adına hutbe okumaları gerektiğini ileri sürerek topraklarımızın dışında bırakmak zorunda kaldığımız Müslümanlarla irtibatımızı sağladılar.
Babür devlet başkanı da halife olduğunu iddia ediyordu. Hindistan'daki Babür devleti sükut edince, Osmanlı bütün Müslümanların tek hâmisi durumunda kaldı. İşte bu zamandan sonra hilafet, devlet hayatımızda daha etkili olmaya başladı ve II. Abdülhamid Han hilafet politikasını devletin temel istinatgâhı haline getirdi. Amme vicdanında da yerini almakta gecikmedi.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yenilenlerin saflarında idik. Selçuklu enkazından Osmanlı doğduğu gibi, Osmanlı'nın enkazından da Türkiye Cumhuriyeti doğuyordu. Yeni bir dünya kuruluyor, Almanların Kayzerliği, bizim hanedanımız kaldırılıyordu.
Alışkanlıklarıyla yaşayan halkımızın yeni rejimi kabulünde zorluklar ortaya çıkıyordu. Cumhuriyet'in kurulduğu dönemde basın yayın organları da yaygın bir şekilde hayata girmişti. “Osmanlı'nın adına yönetimdeyiz” diyemezlerdi; herkesi ikna etmeleri mümkün görünmüyordu. İster istemez Osmanlı'yı kötüleme politikası başlatıldı. Bu uğurda her türlü basın yayın vasıtasından, eğitim öğretim kurumlarından yararlanıldı. Osmanlı hanedanı mensupları da milletin selameti için buna sabırla katlandılar.
Artık aradan bunca yıl geçti; tarihimizi de yavaş yavaş rayına oturtmalıyız. Zaman kazanmak için çeşitli manevralar yapan Sultan Vahdettin'i Sevrci olarak tanımlarsak, Crozot gibi ciddi ilim adamlarının eserlerini okuyanlar, Sevr'in padişah tarafından tasdik edilmediğini, hatta ona ‘Mecelle-yi müsibet' dediğini görünce doğru olarak öğrendiklerinden de şüphe ederler. Ele geçen her yeni belge resmi tarihe güveni zedeler. Biraz yabancı dil öğrenip de Alman tarihine göz atanlar Kayzer'in de Sultan'ın da tahtlarından ayrılışlarının “abdanken” yani “istinkaf etmek” kelimesiyle ifade edildiğini okurlarsa şaşırmazlar.
Türkiye Cumhuriyeti az emekle kurulmadı, dünyanın hassas bir bölgesinde yaşıyoruz. Ayağımızın altından toprak kayarsa başımıza ne geleceği bilinmez. Ayrıca Osmanlı'yı yerli yersiz kötülemenin cemiyette doğuracağı tepkiyi göz ardı etmemeliyiz. Zira sosyal bilimlerin elifbası, etki ve tepki ile başlar.