Kadına yönelik şiddet söylemleri neyi gizliyor?
Yeni Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Özgecan Aslan Davası'nın sonucunu değerlendirirken, “Kadına yönelik şiddet yok, toplumsal şiddet var.” açıklamasını yaptı.
Bu, sıradan bir cümle değil. Aksine iyi bir yapı-bozuma uğratılırsa, altından fazlasıyla sorun ve katmerli maskeler çıkacak bir ifadedir. Elbette içinde bulunduğu siyasi yapılanmanın sözcüsü ve ataerkil bir toplumsal hafızanın kadın (!) bireyi olarak sayın bakan, “kadına şiddet”i öteleyip, “toplumsal şiddet”e dikkat çekti. Görünüşte kulağa hoş gelse de hatta aklımıza yatsa bile, gerçekte “yağmurdan kaçarken doluya yakalanma” durumudur bu. Elbette zulüm, insanlığın adaletsizlik çölünde kıvranması, çok daha eski ve dramatik dahası evrensel bir öyküdür. Ancak, kadını şiddet (erkeğin gücü) üzerinden tanımlamak ne kadar sorunluysa, toplumu şiddetle anlamaya kalkışmak da o denli bir yanılsamadır.
Öncelikle kadın ve şiddet ilişkisi/ilişkisizliğine göz atalım: Bir soruyla yol almak isabetli olabilir: Kadına yönelik şiddet söylemleri hatta itirazları acaba ne işe yaradı? Kanımca sadece şiddeti biledi, kısa süre içinde kadına yönelik seri şiddet zincirleri gösterime sunuldu! Şiddet, şiddeti tetikledi.
Belki de yeni kurgu böyleydi, film gösterimdeyken çok fazla idrak edemedik. Zira erkek şiddeti, devlet erki ve ayrımcılık politikası, kadını mazlum, şiddeti uygulayan kendini de erk sahibi olarak göstermek istedi. Böylece de “kadının adı var” hikayesi, şiddet üzerinden yeniden gösterime farklı bir dil ve tarzda sunuldu.
Gerçekte burada, şiddetin iki işlevi var: Bir yandan örtmek; öte yandan açarak yenilemek. İlkin kadına yönelik şiddet söylemi, kadının eylemlerini, kişiliğini, değişim sürecini ve tarihsel değişim ve kırılmalarını örtmektedir. Dikkati, deyim yerindeyse, kadının nasıl işkenceyle öldürüldüğüne veya suç aletlerinin vahşiliğine kaydırmaktadır. Arabesk havasında, kadına dair sisli ortamda, kadının olma serüveni buharlaştırılmaktadır. Esasında “ataerkillik” hiper-gerçekliğe doğru evrilmektedir. Modern dünyanın imkânları, teknoloji çağı, onu meşrulaştırmaktadır.
Jean Baudrillard'ın simülasyon teorisi, bu karmaşık sosyal olayı anlamak için ufuk verebilir. Baudrillard'a göre, simülasyon/kurgusal şiddet, teknolojinin ve medyanın aşırı etkinliğinin arkasına gizlenerek, insanları sosyal gerçekliğin buharlaştığına ve gerçekliğin yerine sanal durumun egemen olmaya başladığına ikna etmeye çalışır.
Elbette şiddet vardır ve kadına yönelik şiddetin mevcudiyeti de pek tabii yeni değildir. Kısacası suni bir hikâye değildir şiddet. Zaten gerçekliğin, üst gerçeklik olması için var olan olgunun ayaklarını yerden keserek, yüceltmesi gerekmektedir. Fakat medyanın şiddete âdeta üşüşmesi tam da, sosyal gerçekliğin buharlaştığını göstermektedir. Bir başka ifadeyle, televizyondan neredeyse gün geçmiyor ki, bir kadın cinayeti işitmeyelim. Fakat tuhaf olan, kanıksama değil, ancak tüyler ürpertici olay gibi görünen tablolar çok da etkileyemiyor insanları. Testereyle kesilen bir kadını izleyen ekran gerisindeki insanlar, çok doğal olarak çaylarını yudumlamaya veya çerezlerini yemeye devam etmiyorlar mı? Acaba bu kan dondurucu olayı izleyince mi; yoksa internet bağlantısı kopunca mı, insanlar telaşa kapılmaktadır? Peki, bu durumda hangisi gerçek, hangisi hiper-gerçek? Bir başka deyişle, sanal dünya, bildik dünyayı dört elle teslim almamış mıdır?
İşte şiddet anlatısı, gerçek kadın varoluşunu ve ontolojisini iptal etmiştir. Ve bu dramatik gösterimler, bizatihi her şey ve gerçekliğin tam da kalbi gibi sunulmaktadır. Hal böyle olunca, hiç beklenmedik kişilerin işlediği cinayetler karşısında diller lâl olmaktadır! Zira söz konusu failler de, gerçek dünyanın dışında yaşadığı için, “mutfaktan bıçağı almak ve kadının böğrüne saplamak” çok da anormal değildir. En azından emsal çoktur ve gerekçesi hazırdır.
Meta ve medya göstergelerine hapsedilen insanın, gerçeğe ulaşmasının mümkün olmadığını kabul edersek, kadını şiddet, medya ve mazlumiyete mahkûm ederiz. Asıl şiddet, bundan başkası değildir.
Zaten Baudrillard bakış açısından destek almayı sürdürürsek, modern insan teknoloji ve sanal dünyanın etkisiyle ölümü dışlamıştır. Hatta bu dünyada, insanların aynılaştırıldığı, dahası kadın ve erkek farklılığının gizlice boşaltıldığı ve tüketimin var olma nedeni olarak görüldüğü anımsanırsa, ölüm ve şiddet zaten rafa kaldırılırken, yaşanan sahne şiddetin etkin olduğu bir düzlemden başka bir şey değildir.
Elbette böylece iktidar ve gücün anlamı da değişmektedir. Kadını baskı altında tutarak bir yere ulaşamayacağını bilen zihniyet, bir kadın figürü kodlamaktadır. Bu kadın, aslında kahraman olmaya yazgılıyken! namert bir kurşunun kurbanı olacaktır.
Kadın toplumsal çözülmede zaten buharlaşınca, “toplumsal olan” da böylece, doğal olarak, adeta uzaydaki bir kara delik halini alıp içindeki Sessiz Yığınların Gölgesi, kitle/kitleler halini alacaktır. Hal böyle olunca, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı'nın “toplumsal şiddet”e dikkat çekmesi çok da anlamlı görünmüyor. Zira toplum, zaten tatile çıkmış durumdaysa ve onun yerini sessiz insan yığınlarından oluşan bir kitle aldıysa, toplumsal şiddet söylemi yalnızca havanda su dövmek olacaktır. Belki de toplum, zaten firar ettiği için, sorunlar da olmayacaktır!
*Prof. Dr., Karamanoğlu Mehmetbey
Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü