Niyet okumayı bırak!
Dinimiz, başkaları adına niyet okuyup; kendi zan ve düşüncelerimiz doğrultusunda hükme varmamızı yasaklıyor.
Hazır zaman, beraberinde biyolojik ve psikolojik birçok hastalık da getirdi. Bu hastalıkların bazıları ferdi planda bazıları da toplumsal dairede yaşanıyor. Biraz detaya indiğimizde, maalesef bu hastalıkların İslami toplumları daha fazla sardığını görüyoruz. Bunun da en büyük sebebi dinin özüne uygun bir hayat yaşanmamakla birlikte bastırılmış psikolojilerin dışa vurumu olarak değerlendiriliyor.
Memleketçe paranoyanın zirve yaptığı ve sürekli komplo teorilerinin bakış açımızı belirlediği bir ülke haline geldik. Neredeyse toplumdaki bütün münasebetler ‘Kurtlar Vadisi'ne dönmüş durumda. Çünkü artık kişiler ve hadiseler hakkındaki görüşlerimizi zan veya kulaktan dolma malumatlar belirliyor. Üstelik niyet okumakta da üzerimize yok. Peki, bu davranış biçimi ne kadar doğru? Müslümanlar olarak ideal yaklaşımımız nasıl olmalı?
Dinimizin, Allah'a iman etmekten sonra belki de en önem verdiği konu toplumsal huzur. Aile, akrabalarla olan münasebet, komşuluk hakkı, gıybet, zekât gibi hususları İslam hep bu maksatla ele alıp önemsiyor. İşte tıpkı bu hususlar gibi su-i zandan sakınma, hüsn-ü zanda bulunma, niyet okumama gibi tavsiye ve emirle de aynı maksatla ele alınıyor. Dinin bu emir ve tavsiyelerinden dolayı şahıslar ve olaylar hakkında değerlendirmede bulunurken olabildiğince iyi niyetli davranmak ve her hadiseyi hayra yormak ‘salih' ve ‘kâmil' mümin olmanın gereği sayılıyor. Zaten fıkıh ilminde de bu mevzu önemli bir esas teşkil ediyor. Fıkıhçıların kullandığı; ‘işin zahirine (görüneni) göre hüküm verip, batınını (bilinmeyenini) Allah'a havale ederiz' ifadesi; İslam hukukunun temel kaidelerinden birisini teşkil ediyor.
Ancak Allah kalplerde olanı bilir
En büyük fıkıh âlimlerinden biri olarak görülen Ebû Hanife Hazretleri konuyla alakalı şöyle diyor: “Allah insanları, kalplerindeki his ve düşüncelerinden dolayı kâfir ve mümin diye isimlendirmiştir. Çünkü ancak Allah kalplerde olanı bilir. Biz ise söylediği ve yapmış olduğu davranışlarından dolayı sadır olan tasdik ve tekzip gibi zahiri hallerine göre isimlendiririz. Rabb'imiz bizden insanların davranış ve sözlerine göre karar vermemizi istemiştir.” Konuyla ilgili İmam-ı Gazali Hazretleri ise İhya-u Ulumuddin eserinde; “Zan ile başkasının kötü olduğunu kabul eden, onu gıybet eder, ona dil uzatır. Onu kötü, kendini iyi bilir.” yorumunda bulunuyor.
Su-i zan hastalığının bünyesine yapıştığı toplumlar, beraberinde niyet okuma hastalığına giriftar oluyor. Kişi, başkasının söz ve fiillerine kendi zan, önyargı, düşünce, beklenti ve fikirleri zaviyesinden bakıyor. Sonra ona göre durum değerlendirmesi ve hükümler çıkarmaya başlıyor. Söz konusu vaziyetin sakıncalarına işaret eden ilahiyatçı Abdulhakim Yüce, “İnsan gaybı bilemez, başkasının kalbinden geçene yani niyetine muttali olamaz; o Allah'a ait bir özelliktir.” diyor. Bu nedenle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) eliyle göğsünü işaret ederek “Allah dış görünüşünüze değil kalplerinize (niyetlere) bakar.” diye buyuruyor. Biz ise zahire göre hüküm vermekle mükellefiz.
‘Zannın birçoğundan sakının!'
Son zamanlarda sosyal medyadan duyduğumuz malumatlarla kişi veya hadiseler hakkında fikir sahibi oluyor, kanaatimizi belirliyor, söz veya davranışlarda bulunuyoruz. Oysa, Allah başkası hakkında delilsiz ithamda bulunanlara En'am Sûresi'nde şöyle sesleniyor: “De ki: Sizin elinizde ortaya koyacağınız bir bilgi, bir belge varsa hemen çıkarıp gösterin! Ama gerçek şu ki, siz sadece kuru bir zannın ardından gidiyor ve düpedüz yalan söylüyorsunuz.” Peygamber Efendimiz de hadis-i şeriflerinde, “Kişiye, her duyduğunu söylemesi günah olarak yeter.” buyurarak hal-i pür melalimizi bizlere hatırlatıyor.
Kur'an-ı Kerim'de konuyu ele alan ayetler, çok açık ve net ifadelerle insanları uyarıyor. Örneğin Hucurât Sûresi'nde Rabb'imiz, “Ey müminler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bazısı günahtır.” diye buyuruyor. Ve yine Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) bir hadisinde: “Zandan sakının. Çünkü zan, (hatıra gelen) sözlerin en yalanıdır. Başkalarının konuştuklarını (gizlice ve kötü niyetle) dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı övünüp böbürlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Allah'ın size emrettiği gibi kardeş olun.” diyor. Ayet ve hadiste de yoruma yer olamayacak surette konunun önemi ve hassasiyetine dikkat çekiliyor
Abdulhakim Yüce'ye göre ayette belirtilen zanna göre hareket etmek; delil olmamasına rağmen elde edilen bilgi ya da sanıyı kabul etmek veya ona göre amel etmek manasına gelir. Buna da su-i zan deniliyor ki; ayet ve hadiste bu bize haram kılınıyor. Yüce'ye göre su-i zan yalandan daha büyük bir günahtır. Çünkü yalanda ifade net iken su-i zanda kullanılan ifadenin nerelere varacağı bilinmediği için şeytanın vesveseleri ile bu zanlar komplo teorilerine kadar gidebiliyor. Neticede ise kimsenin kimseye itimat etmediği bir toplumun ortaya çıkma ihtimali doğuyor.
Halka sû-i zan, fitneyi tetikler
Öte yandan bir toplumda özellikle yönetici veya rehber vazifesi görenlerin daha fazla dikkatli olması gerekiyor. Çünkü fert, grup ve hatta devletlerin, hedef kitlelerini ikna etmek ve kendi bakış açılarından dünyaya bakmalarını sağlamak için müracaat ettikleri bir algı yönetimi söz konusu. İlahiyatçı-yazar Yüce'ye göre, algılar hakikate uygun, ölçülü ve sağlıklı yollarla yani meşru bir şekilde yapılmadığında ciddi içtimâî; problemlere de sebebiyet verme ihtimali yüksek. İdare makamında olanların halka karşı sû-i zanlarının toplumu menfi yönden daha fazla etkileyeceğini Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Yönetici, halka sû-i zan ile davranırsa onları ifsat eder.” hadisiyle beyan ediyor. Zî;râ halkın çoğu gerektiği kadar ilim sahibi olmadığı gibi araştırma yapacak yetenek ve yetkiye de sahip değil. Durum böyle olunca da ileri gelenlerin (yönetici ve âlimler) dediklerini kafalarında daha da büyüterek komplo teorilerine ve şehir efsanelerine çevirirler.
Tehlikeli bir Harici mirası: Tekfir etme
Son zamanlarda moda haline gelen çirkin bir davranış biçimi daha zuhur etti: Tekfir etme. Kısaca bir kişi ya da topluluğu ‘dinden çıkmış' olarak görüp, kâfir ilan etmek anlamına gelen bu sakıncalı davranış, Haricilerden kalma bir özellik olarak görülüyor. Hazreti Ali zamanından itibaren sadece kendini hak üzere gören bu topluluk, kendilerinden başka her kesimi fâsık veya kâfir ilan etmiş. Ancak bu tehlikeli tavır, şimdilerde ehlisünnet anlayışındaki topluluklara da sirayet etti. Oysa Hazreti Peygamber, bu fiildeki insanları şöyle anlatıyor: “Bir adam din kardeşine, ey kâfir derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner.”
Erhan Çaçan'ın Yeni Bahar Dergisi'ndeki haberi için tıklayınız..