Gazeteci ve girişimci Bilal Gündoğdu: Medya güçtür
Önce sizi tanıyalım Bilal Bey, kimdir Bilal Gündoğdu?
Bugün itibariyle 30’lu yaşlara Besmele çekmiş, evli, 1 çocuklu bir babayım. Aslen Trabzonlu, doğma büyüme Sapancalıyım. Tam 15 yıldır da İstanbul’da ikamet ediyorum. Okumak için gelip, iş, aş, eş derken sonradan İstanbullu olanlardayım. Kuran kursunda okumak için geldim İstanbul’a ve mezun olduktan bugüne kadar da aralıksız medya işleriyle ilgileniyorum. Önce bir Youtube kanalında başladım iş hayatıma, ardından Akit TV’de 1,5 yıl muhabir - editör olarak görev aldım. Daha sonrasında ise İHH İnsani Yardım Vakfı’nın genel merkez Medya ve Sosyal Medya Birimi’nde tam 7,5 yıl sürecek profesyonel bir çalışma hayatım oldu. Tabi burası İHH olunca, sadece medyayı değil, biraz dünyayı biraz da kurumsal hayatı daha fazla deneyimlemek nasip oldu. 30’a yakın afet, kriz, savaş coğrafyasında bilfiil gazetecilik faaliyetleri gerçekleştirmiş olmak, ciddi bir deneyim kazanmama neden oldu. Bu anlamda birçokları gibi benim için de büyük bir okul olmuştur diyebilirim İHH Medya Birimi. Ve bugün, kendi kurduğu ticari iştiraki olan Saye Medya, Sosyal Medya ve Reklam Ajansı’nda firmalara, vakıflara, kurumlara hizmet üreten bir medya işçisiyim. Gazetecilik, iletişim işi. Sektörü, meslek büyüklerini tanımak, onların deneyimlerinden istifade edebilmek önemli. Bunu sağlayabilmek için de uzun yıllardır İletişim Platformu’nun çatısı altında, meslek büyüklerimizin tecrübelerinden istifade etmeye çalışan ve hala kendini “Gazeteci Adayı” olarak gören bir kardeşinizim.
Hafızlık yapıp imam olmayı bekleyen bir çocukken, gazeteci olma fikri nereden esti? Ne alaka?
Hoca olmayı, bildiğim ve öğrendiğim doğruları insanlara aktarabilmek için hayal etmiş ve bu nedenle hafızlık yapmak üzere İstanbul Bayrampaşa Yeşil Cami Kuran Kursu’na gelmiştim. Yıl 2009. O dönemlerde tabi internet kafeler çok daha yaygın kullanılıyordu ve biz de hafta sonları elimizdeki harçlıklarla buralara gidip hevesimizi alıyorduk.
Bir gün gittiğimiz kafede filmler klasöründe “İslami” diye bir dosya vardı. Ben de merak edip içine girdiğimde “Timurtaş Hoca” diye bir isim gördüm. İsmi de ilginç geldiği için açıp baktığımda kürsüleri titreten bir adamla karşı karşıya kaldım. Sonra bu, onun vaazlarını CD’ye kaydedip, kurstaki bilgisayarda gizli gizli onun sohbetlerini dinlemeye kadar gitti. Gizli oldu bu çünkü hafızlık, bilindiği gibi iyi odaklanıldığında yapılabilecek bir şey. Bu nedenle hafızlık dışında bir şeye doğal olarak pek müsaade edilmiyordu. Dinledikçe fark ettim ki merhum hocaefendi, İslam dedi diye, Allah dedi diye bedel ödemiş biri. Hem de ne bedeller… Ve bu bedeli ona ödeten şey, koca koca savcılar, yargıçlar değil bir gazete! Bir gazeteci, onun hakkında “Susturun Şu Kara Sesi!” diye bir haber yapıyor minik bir köşede, bunu delil kabul eden yargı harekete geçiyor ve türlü işkencelerin yaşandığı bir zindan süreci başlıyor. Bu tablo, ağırıma gitmekle birlikte bana bir şeyi de öğretti aslında. “Zehrin panzehri hemcinsinden olur” mukabilince dedim ki bu düzen belki kaç yıl daha böyle gidecek, kim bilir? O halde biz de mazlumun, garibin, sahipsiz kalmışın sesine ses verebilmek için ve hatta en başta belirttiğim “Doğru bildiklerimizi aktarabilmek için” imam olmak yerine gazeteci olalım.
Bir köye gidip, caminin dernek başkanıyla didişeceğime ya da cemaati olup olmadığını bilmediğim bir kasabada bir şeyler yapmaya çalışacağıma gazeteci olurum, her halükârda çok daha fazla insana sesimi duyurabilirim. Ve nitekim öyle de oldu hamd olsun. 30 yaşıma girdiğim şu sıralarda 18 yaşından bu yana bir şekilde gazetecilik faaliyetlerinin içinde olduğumu hatırlarsak tam 12 yılı devirmiş oluyorum bu sektörde. Yazdığım metinleri, çektiğim fotoğrafları, hazırladığım belgesel ya da haberleri milyonlarca insan ya izledi ya okudu ya da bir şekilde onlara bu ulaştı. Kafamda kurduğum pozisyona hala da tam ulaşmış sayılmam. Timurtaş Hocaefendi’den yola çıkarak geldiğim bu noktada, daha belki de çok yiyecek fırın ekmeğimiz var. Bu da deneyim, ne yaptığının gerçekten farkında olma ve tükenmek bilmeyen bir azimle mümkün. Zaten onun gayretindeyiz şu anda da.
Tabi yıllar sonra Allah, Timurtaş Hoca için de suya sabuna dokunur işler yapmayı da nasip etti hamd olsun. Önce bir TV haberinde onun hatırasını yad etmek, sonrasında ise İHH’nın Youtube Kanalı’nda milyonlarca izlemeye ulaşan bir belgeseli çekmek nasip oldu. Şu an bile kanalda en çok izlenen içerik o. Videonun altında şu yorumu yapabilmiştim en son: “Mesleğe niyet edişimin 10. yılında, mesleğe niyet etmeme sebep olan adamın hikayesini, ekip arkadaşlarımızla birlikte yayımlamak nasip oldu. Çekilen hiçbir acıyı dindirmeyecektir bu “belgesel” bundan eminim fakat şu var ki medyatik yollarla eziyet edilen adama yine bu yollardan hakkının teslim edilmesi gerekiyordu. Peki bu yapılan, bu amacı karşılar mı? Onu, onun vaaz kasetleriyle büyüyenler ve izleyici takdir edecek…”
“Saye” ne demek. Nereden bu isim?
Yeşil Cami deyince az çok camiada olan herkesin aklına gelecek ilk isim Merhum Abdullah Ustaosmanoğlu Hocaefendi’dir. Biz Abdullah Hocamızın son dönemlerine yetiştik. “Son talebeleri biziz” desem, yalan olmaz. 2009 - 2013 yılları arasında kurstaydım ben. Hocamızın da ömrü hayatındaki yaşlılık alametlerinin hemen öncesine tekabül ediyor bu vakit aralığı zaten. Almasını bilene hocamız gerçekten bir deryaydı. Kursun kurucusu ve tüm işin başındaydı.
Onun siyasi meselelerdeki bilinç düzeyi, toplumsal olaylara karşı ilgisi bize geniş ufuklar açıyordu. Herkesin bir “Son Osmanlısı” vardır. Benimki de oydu hakikaten. Cuma cüzlerimiz olurdu mesela, yarım asırdır bu gelenek hep devam etmiş. Burada bizden pusula yazmamızı isterdi. Kimi, “Yengem hasta ona da dua edin”; kimi, “Kardeşim doğdu dua bekleriz” gibisinden yazılar yazar hocamız da bunları büyük bir dikkatle okur, 350 - 400 hafızın okuduğu hatim dualarına onları da katardı. Mavi Marmara’nın yola çıkacağını, başörtüsüne serbestlik geleceğini vs biz hep o dönemlerde ondan işittik. Başörtüsüne serbestlik gelsin diye bir pusula verdiğimi hatırlıyorum ben mesela. Hocamızda bunu taltif etmişti, “İşte böyle konularda da sizlerden dua talepleri gelmesi lazım” falan diye. Bu cüzlerde hocamız hep sorardı, “İnsanı kim yetiştirir?” diye. Biz; hocası, annesi, babası gibi cevaplar verir ve yanılırdık. Hocamız, “İnsanı kendisi yetiştirir” der ve bize gerçekten ama gerçekten büyük dersler verirdi bu gibi sohbetleriyle.
Bunların birinde ya da birkaçında yine bizi heyecana getirmek, azmimizi artırmak için “Bakın bu Osmanlı atasözünü iyi belleyin” diye not düşüp şu ifadeleri kurmuştu:
“Sa’yü gayret güçtür amma vakıa;
Ve elleyse lil insani illa ma se’a!”
İfadenin ikinci bölümü ayet, Necm 39. Yekünde şunu ifade ediyor bu cümle: “Çalışmak, gayret etmek evet güçtür, zordur lakin netice itibariyle de insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır!” Bu ifade beni epey etkiliyordu yukarıdaki diğer söylemiyle birlikte. Ve gel zaman git zaman bir ofis açıp, isim lazım gelince eşimle birlikte dedik ki adı “Saye Medya” olsun. Bizim misyon ve vizyonumuza da uygun. Tek sermayemiz çalışmak ve gayret etmekti çünkü. Hem yarın çalışanlarımıza da bir örneklik teşkil eder diye öyle düşündük. “Devrilmesi pek yakındır köksüzün” der bir şair. Alelade bir isim yerine böyle köklü bir hikayesi olan bir meseleden ilhamla bu ismi tercih edebilmiş olmak bir hamd vesilesidir bizim için.
Gazetecilik her zaman havalı bir meslek. Heves eden gençlere ne tavsiye etmek istersiniz?
Gazetecilik, bence havasını biraz da aşağı yukarı tüm meselelere dair vukufiyeti oluşundan alıyor. Yani bizim toplumda, “O konuya dair benim hiçbir fikrim yok” diyen gazeteciyi çok makul karşılanmaz. Bu da, her gazeteci adayını, daha çok okumaya, araştırmaya, meselelerin künhüne vakıf olmaya iter. E bunun üzerine bir de ışıklar, kameralar, seyahatler eklenince evet bence de havalı bir meslek. Ama her güzelin olduğu gibi onun da kendi içinde zorlukları, patikaları var. Bu yokuşları aşabilenler zaten insanları bu mesleğe heves ettiriyor. Yoksa o patikadan bir ömür çıkamayanlar da var mesela. Ve bunların hiçbirinin hikayesi, anlattıkları kimsenin umurunda olmuyor ne yazık ki. Halbuki her işin doğasında olduğu gibi herkes bu başarıyı gösterebilecek diye bir şey yok. Dolayısı ile bu bilinçle yola çıkmak bir gazeteci adayı için bence olmazsa olmaz bir bakış açısı olmalı. Sadece başarmaya odaklanıldığında ya da sadece zirveye heves edildiğinde, bunun bir altı sizi tatmin edemiyor. Ve meslekten uzaklaşma baş gösteriyor. Ayakları yere basan hayallerden bahsediyorum aslında burada. Evet, hayallerimiz, hedeflerimiz olmalı. Ama bunlar gerçekçi hedefler olmalı ve zirveye adım adım gidilebileceğinin bilinciyle hareket edilmeli. Aksi takdirde saman alevine dönüşebiliyor bunca heves ve bu da zayi olunmuş bir hikayeye evirilebiliyor.
Eskiden hocalarımız, “Sevdiğiniz mesleği tercih edin” telkininde bulunurlardı. “Edebiyat yapıyor bu hoca!” diye geçirirdim içimden. Halbuki şimdi utanıyorum bu düşüncemden. Hele de bizim meslek çünkü hevessiz, sevgisiz, tutkusuz yapılabilecek bir iş değil. Sadece derdiniz geçim kaygısı ise eğer, asla girilmemeli bu yola. Çünkü dediğim o patikayı aşana kadar -ki aşamamak da var kaderde- çok da makul rakamlara ulaşamıyorsunuz ne yazık ki Türkiye Gazeteciliğinde. Ve bunun bizim mahallesi, karşı mahallesi de yok. Piyasası ne yazık ki böyle oluşmuş en başından beri. Bu durumda belki 3 yıl, belki 5 yıl, belki de 10 yıl o patikada debelenecek yeni heves eden bir genç. Buna hazırsa hiç durmasın, yarından tezi yok ilan kovalamaya başlasın. Ama yok “Ben bunca yılı boşuna mı okudum, bu rakam için miydi?” diye düşünüyorsa da klasik mantıkla memur olabilmenin yollarına baksın.
“Bir demeden iki olmaz” diye bir ömür öğüt vermiştir annem bana hep. Çok basit ama bir o kadar da hakikatli bir söylemdir bu. İşte ben, şu röportajı verebilecek noktadayım bugün hamd olsun ve bu belki de evet havalı. Ama bu röportajı benim hangi zorluklarla verebildiğimi, rutin yoğunluğun arasında gecenin hangi yarısında kalkıp klavyenin tuşlarını dövebildiğimi kimse düşünmez. Başardığına inandıkları başkaca insanların hayatlarına baksınlar mesela. Sosyal medya ile bu gayet mümkün. Adam bir gün yurt dışında konferansta diğer gün doğuda haber peşinde öteki gün stüdyoda çekimde. Neticede bu başaran insanların da bir aile hayatı, akrabaları, arkadaşları var. Ama onlar hala bedel ödemeye devam ediyorken, yola yeni çıkan birinin bedelsiz bir şeylere talip olması pek gerçekçi bir heves değil. Bedel ödemeye talip olanları, meydana alalım lütfen. (Gülüyor…)
Siz başardınız gibi duruyor. Az önce anlattıklarınızdan epey zorlandınız gibi anladım?
Zor ne kelime! Az bile kalır... Ama burada henüz başarılmış pek de bir şey yok bence. En fazla, “Bir şeyler olacak galiba” izlenimi uyandırabilmişizdir belki. Bugün biz, Saye Medya olarak daha ancak 12 kişilik bir ajansa dönüşebildik. Şu sıralar bu rakamı 15’e çıkarabilmenin gayretindeyiz, mülakatlar vs. Halbuki benim hedeflerime göre şu an en az 20 kişiye çıkmış ve bugün 21. kişiyi ekibe dahil etmenin yarışını veriyor olmalıydık. Ve biz bugün, sadece dışarıya hizmet veren bir ajansız. Bu benim arzuladığım bir tablo değil. Biz, aynı zamanda bir medya üretim merkezi de olmalıyız. Kendi mecrası olan, kendi sözünü söyleyebilen bir medya kurumundan bahsediyorum. Bunun için de daha döşememiz gereken çok taş var.
Evet, camiamızın büyükçe bir ajans ihtiyacı var. Bugüne kadar hizmet verdiğimiz müşterilerimizin birçoğu bizden önce de haliyle hizmet almış birilerinden. Ve bu hizmeti aldıkları yerler, genellikle aldığı parayı şöyle böyle masalarda tüketmiş ve belki de ekmek yediği yerin değerlerine, kutsallarına söverek bu paraları kazanmış. Biz bu yönüyle kendi mahallemizdeki şu kadarlık ihtiyacı karşılayabiliyor olmaktan ötürü onur duyuyoruz hali hazırda. Ama dediğim gibi iş, sadece bu değil. Bizim Gazze’de yaşananlara, bizim Suriye’de bir insan mezbahanesine dönüşen hapishanelere dair de söyleyeceklerimiz var, olmalı. Ve bu sözler, o müstekbirlerin kulaklarına kadar da gidebilmeli. “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” gibi bir bakış açısını bir Müslüman medyacı olarak kabul edebilmemiz, bununla yetinebilmemiz mümkün değil. Dolayısı ile dediğim gibi henüz başardık demek çok zor.
Şu güne kadar yaptıklarımız mesela hep Türkçe içeriklerdi. Ve hayalini kurduklarımız da hep Türkçe belki de şu an. Ama bunun Arapçası, İngilizcesi, Farsçası, Fransızcası, Balkan dilleri ve ötesi var. Yaptığınız Türkçe içeriği, salt tercüme yoluyla diğer dile aktarmaktan bahsetmiyorum. Bizatihi o yabancı dilin kendisinde ayrıca orijinal içeriklerin üretilebildiği bir tezgahtan bahsediyorum. Buradan bakıldığında buna daha çok yolumuz var gibi duruyor. Ama hayal kurmak, ve evet ayakları da yere basan hayaller kurmak parayla değil. Niyetimizi aldık, gayretimizi geceli gündüzlü veriyoruz, o halde gerisi ya nasip…
Mesleki zorluklar neler peki?
“Savaş bölgelerinde, kriz coğrafyalarında habercilik yapıyoruz. Hayati riskimiz var” diye klasikleşen bir söylemle cevap vermeyeceğim bu soruya. Çünkü biz kadere inanmış insanlarız. 2015’li yıllarda Türkiye’nin birçok noktasında bombalar patlarken metroların boşaldığı günleri hatırlıyorum mesela. Beni hiç etkilememişti bu durum. “Varsa kaderde, nasipte ölüm, o seni bir metro turnikesinde de bulur, işte Somali’nin şu sokağında da bulur” diyordum çünkü. Dolayısı ile evet, Suriye’de ağır bombardımanın olduğu günlerde, Halep’in o acı tahliyesinde biz oradaydık, Afganistan’da devrim olduğunun hemen akabinde biz Türkiye’den bölgeye giden ilk ekipteydik, Lübnan’da patlamada, iç savaşın devam ettiği Libya’da, Yemen’de de bulunduk. Ama inanın bu anların her birinde kendimi çok daha özgür hissetmişimdir. Ölümle burun buruna gelmek, insanı niyeyse daha özgür hissettiriyor. Ulvi bir gaye ile orada bulunuyor olmanın hazzı da olabilir bu belki de bilemiyorum. Neticede bu, mesleğini seven biri için keyifli bir an bence.
Ama tüm bu süreçlerde evden, vatandan uzak kalmak diye de bir durum var mesela. Ki bence en zoru bu. Evlatsınız, eşsiniz, babasınız vs. Her birine karşı sorumluluklarınız var. Ama bir yandan mesleğinizi de seviyorsunuz. Bu ikisi arasındaki o ince dengeyi tutturabilmek maharet istiyor. Öyle bir şey ki bu, ev de haklı sen de haklısın. Buna bir de memleket özlemi eklenince zorluk artabiliyor. Burada eskileri düşününce bu bir utanma duygusuna da dönüşebiliyor. Düşünün ki biz 10 günlük şu modern imkanlarla seyahate çıkmakta zorlanırken onlar geri dönülmez yollara düşüp bu vatanı, bu memleketi bize miras bıraktılar. Emekleri gerçekten büyük, hakları ödenmez asla. Allah onlardan razı olsun, bize de onlardaki aşktan bir damla da olsa nasip etsin inşallah.
Saye Medya’da yine gençlerle birliktesiniz. Nasıl verimli oluyor mu?
Bu röportajı, onların da okuyacağı bilinciyle vermeye çalışıyorum. Ama mesele röportaj da değil. Ben bu konuşmaların bir çoğunu zaten haftalık rutin toplantılarımızda ara ara hatırlatıyorum. O yüzden de kafam rahat ve burada kolaylıkla kurabiliyorum bu cümleleri. Adını vererek anlatmaya çalıştığım şeyi mecrasından saptırmak istemem. Ama tüm Türkiye’nin tanıdığı ve bugün vefat etmiş olan bir gazeteci var. Gazeteciliği ne kadar iyiyse ekran önündeki performansı o kadar kötüydü mesela bu kişinin. Ama bu adam bir ekoldür, üzerine kimse tartışma bile açmaya cesaret edemez. Nereden alır peki ölmüş olmasına rağmen bu gücü? Benim burada gördüğüm tablo çok net: Yetiştirdiği gazetecilerden! Bizim mahallenin en çok uğraştığı, iftiralarına maruz kaldığı, yalan haberleriyle mücadele etmek zorunda kaldığı gazetecilerin birçoğu bu bahsini ettiğim adamın ürünüdür. O yetiştirmiştir hepsini. Ya da bir şekilde dokunmuştur, hocasının hocasıdır. Bizim cenaha döndüğümüzde ise böyle bir kişiden bahsetmek şöyle dursun ne yazık ki pek esame bile okuyamıyoruz. Evet kendi çapında nice büyüklerimiz var meslekte büyük eserler ortaya koymuşlar, koymaya da devam ediyorlar. Ama burada asıl konu kaçırılıyor sanki. Gerçek eser, tıpkı o karşı mahallenin hocasının yaptığı gibi olan bence: Adam yetiştirmek! Bizde bu ne yazık ki şu veya bu nedenle pek başarılamamış. Şöyle geriye dönüp baktığımızda bir kıyasa girebileceğimiz 2. bir ismi bulamıyoruz. Varda ben bilmiyorsam, okuyuculardan rica edelim “Şu kişinin hakkına girmeyin” desinler bize. Evet, hali hazırda böyle emek verenler yok değil, var. Ama henüz demlenmiş bir çay yok. Bundan bahsediyorum.
Acizane benim Saye Medya’da yapmak istediğim, kurguladığım düzen de biraz böylesi bir hayalin ürünü aslında. Evet bu gençler, bu şirketin ileride yöneticileri olsunlar ama öte yandan kendi mecralarında hatırı sayılır birer gazeteciye, içerik üreticisine de dönüşebilsinler. Ben bunu arzu ediyor ve bunun mücadelesini veriyorum. Ne kadarı, nereye kadar nasip olur onu zaman gösterir. Ama kurduğumuz ufuk böyle bir ufuk. Usta - çırak ilişkisi kurmadan pek yapılabilecek bir meslek değil bizimkisi. Evet, hem bunun gayretini verelim hem de ötelerden duyulacak hoş bir seda bırakabilelim, gayemiz bu.
Tabi burada bahsettiklerim belki bizi ilgilendiren tarafı. Bunun bir de çalışanı ilgilendiren kısmı var. Emeksiz, zahmetsiz, fedakarlık yapmadan bir şeyleri başarabilmek mümkün değil. Bunlar olmadan başarılan şeyler de esasında pek bir başarı değil. Adına nasip diyelim onun ya da şans diyelim, fark etmez. Ama kişiyi güçlü kılan şeyin, gayret olduğunu da unutmadan yol haritamızı belirleyelim. Acizane hem bugünkü çalışanlarıma, hem de belki yarın yolumuzun kesişeceği insanlara verebileceğim en büyük tavsiye - rica bu olur.
İki ofis var diye biliyoruz ve biri sadece hanımlara özel. Neden?
Saye Medya’yı geçen yıl bu vakitlerde, Şubat’ta kurduk. Ve piyasada kabul görenin aksine, sadece erkeklerle çalışmanın daha verimli olacağını düşünerek bu ofisi açtık. Ama diğer yanda da bir tecrübe var. Hanımların da burada biriken bir tecrübesi, hevesi, gayreti var. Hele de Müslüman bir hanımefendinin çok daha rahat yapabileceği nadir mesleklerden biridir bence medya. Ama iyi kurgulandığında tabi ki. Biz de bu düşünceyle geçen yılın Nisan’ında 2. ofisi, hanım ofisi olarak dizayn ettik ve oradaki tecrübeyi de, hanım dokunuşunu da bu gayrete dahil edelim istedik.
Bu sadece tecrübe taliplisi olmak da değildi aslında, yani piyasanın da buna ihtiyacı vardı, ben bunu da görerek bu kurguyu yaptım. Hanım ablalarımızın bir hafızlık icazet törenini düşünün mesela. Bunu, gidip erkek ofisinin çekmesi kadar garip bir durum yok. Çoğu zaman da bu nedenle tercih edilemiyor. Ama bizdeki hanım ofisi, piyasadaki böyle bir açığı da kapatmaya matuf bir amaçla kurulmuş oldu. Ve bu niyeti biz hayata geçirdik. Karşılık da buldu bu gaye, yani işin asıl yüklenicisi bizden çok daha büyük ajanslar oldu mesela. Ama hanım boyunda bizi devreye soktular, biz hizmet vermiş olduk. Bu tabi, kartopu misali yuvarlandıkça artacak ve devam edecektir diye ümit ediyoruz.
Bizim hanımın zaten öncesinde de dışarıdan destek olduğu kurumlar vardı medya işlerinde. Biraz kendi gayreti, biraz bizim tecrübemizle birleşince baktık ki piyasanın buna gerçekten ihtiyacı var. Bunu somutlaştırmış olduk 2. ofisle birlikte. Bugün eşim var, bizim hanım çalışanlarımızın başında. İrtibatı, talepleri vs onun üzerinden sürdürmeye gayret ediyoruz. Tabi ki dijital iş takip platformları da bu sürece dahil oldu ve mahremiyet sınırlarını ihlal etmeden bugüne kadar sorunsuz devam ettirdik. İnşallah bir ömür bunu başarabilmek nasip olur.
Sektörün geleceğini nasıl yorumluyorsunuz?
Bundan 5 yıl öncesine kadar, -ki bu süre pandemi öncesine tekabül ediyor- “İşsiz Gazeteciler” diye bir söylem vardı. Farkındaysanız artık böyle bir söyleme pek rastlamıyoruz. Çünkü eskiden bu meslek sadece bir medya kuruluşunda icra edilebiliyordu. Ama artık öyle değil. Adına gazetecilik demezsiniz belki ama o yapılan işin adı yine medya işidir ve artık herhangi bir kafenin de, resmi kurumunda, STK’nın da, pazarını genişletmek isteyen herhangi bir tacirin de bu işe ihtiyacı var. Dolayısı ile eskiden “gazetecilik” ve “kurumsal iletişim” diye ikiye ayrılan sektör artık “içerik üreticiliği” ile birlikte üçe ayrışabiliyor. Bu da hem sektörün imkanlarını genişletiyor hem de hacmi büyütüyor. Demem o ki, sektör belki de tarihinde hiç olmadığı kadar büyükçe bir imkanla karşı karşıya.
Tabi bu, biraz da gören gözler için kıymetli. Yoksa siz hala sektörün eski değerleriyle hareket edip, işte “Kameraman sadece kameramanlık yapsın, görüntüyü aktarabilmekten başka bir şeyden anlamasın” derseniz, kendinizi sektörün bu dönüşen hızına adapte edemezsiniz. Ve bu da beraberinde yarıştan elenmeyi getirir. Artık herkes biliyor bir adamın hem çekim hem montaj yapabileceğini. Yapanlar var çünkü. Evet eskiden bunu bir insandan beklemek ona hakaretti belki de. Çünkü eski teknoloji çok daha zordu. Düşünün ki bir canlı yayın organizasyonu için minimum 10 kişiye ihtiyaç vardı belki de. Ama şimdi siz hem kendiniz ekran yüzü olabilir hem de o günün canlı yayınından çok daha profesyonel bir yayını internete bağlı bir bilgisayar ile gayet yapabilirsiniz. O halde burada eskide diretmenin bir anlamı olmaz, olmuyor da. Tercih edilebilirliğiniz azalıyor doğal olarak.
Beni bugün yurt dışına götüren birçok kurumu asıl ikna eden şey, benim bölgedeki işlerin hem çekimini hem kurgusunu hem de içerik üreticiliğini aynı anda tek başına yapabiliyor olmamdan geliyor. Kara kaşına, kara gözüne kimse kimseyi sırtında taşımıyor neticede. 3 kişi götürerek onun uçak, konaklama ve yemek maliyetlerini tercih etmek mi, yoksa 1 kişi götürerek tüm işleri daha komplike bir şekilde teslim alabilmeniz mi? Siz hangisini tercih ederdiniz? Bu bilinçle sektöre besmele çekilirse çok daha verimli bir kariyer planı mümkün olur bence.
İş adamları derneği süreciniz var bir de. Neden ASKON’dasınız?
Öteden beri bir anlamda hep dikkatimi çekmiştir bu tür dernekler. “Ne yapıyorlar acaba? Tüm ticareti aralarında mı çeviriyorlar? Biri düşünce, diğeri onu batmaktan mı kurtarıyor?” gibi soruları sorardım içten içe. Biraz da bu merakımı gidermek için girdim diyebilirim ASKON’a. Tabi bunun evveliyatı da var. Yani durduk yere ASKON demedim elbette. Bizim Selimhan’la çektiğimiz içeriklere sponsor arıyorduk TİKA ile Bosna ziyaretimizde. Var olsun, işlerine de kıymet verdiğim arkadaşım ve meslektaşım Kerem Tekinalp’e konuyu taşıdığımda, o aracı oldu ASKON’la aramıza. O dönemde Genç ASKON Başkanı olarak görev yapan Abdullah Uçan’la ilk temasımız böyle oldu. Bizim içerikleri zaten severek izlediklerini, Bosna’nın sesine ses vermenin onlar için de bir onur vesilesi olduğunu ve TİKA gibi yüz akı bir kurumla logolarının yan yana gelmesinden mutlu olacaklarını ifade edip bize destek oldular o süreçte.
Aradan aylar geçip de ben şirket kurunca, dedim acaba alırlar mı bir danışalım. Neticede bizim de şirket ünvanımızın sonunda “Limited Şirketi” ifadesi bulunuyordu. Danışınca, gayet olumlu karşıladı Abdullah Başkan ve sağ olsun, sadece rutin bir üye olmanın da ötesinde kendi yönetim kuruluna ve hatta Medyadan Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi sıfatıyla icra kuruluna da alınca işler gelişmeye başladı. Hızlı bir başlangıç yapmış olduk, takım elbiseli hayata. Evet neticede yaptığınız iş medya sektörü ama siz artık onun da ötesinde bir ticari şirketi yönetiyorsunuz. Bunun finansı var, hukuksal mevzuatları var, insan kaynakları yönetimi var, idari yöneticiliği var; var da var. Burada doğal olarak bilmediğiniz koca bir alan var. Haliyle bunları dostça danışabileceğiniz insanlara da ihtiyacınız var. Bu anlamda Genç ASKON büyükçe bir ihtiyacımı karşıladı benim diyebilirim. Çünkü meseleye madalyonun öteki yüzünden bakmanız gerekiyor artık bir “patron” olarak. Bu da elbette deneyimle mümkün. Evet siz de kendi el yordamınızla birçok şeyi keşfedebilirsiniz belki ama yeniden Amerika’yı keşfetmeye çalışmanın bir anlamı yok bence. O keşfedildi zaten. Var olan tecrübenin üzerine bir şeyler koyabilirseniz siz, şu vahşi kapital dünyada bir varlık gösterebiliyorsunuz.
Dolayısı ile ben hem bir Genç ASKON yöneticisi olarak hem de bir iş adamları derneği üyesi olarak aslında herkese bu tür çatıları tavsiye ediyorum. Tabi ASKON’u tercih ederlerse daha mutlu oluruz ama kim kendini hangi yapıya yakın hissediyorsa o çatı altında bu tür faaliyetlerin içerisinde bulunması kişiye hem ticari tecrübe kazandırır hem de hacmini genişletmesi noktasında bir basamak olabilir. Neticede bu bir rızkını helal yoldan kazanma gayesiyse ve bu tür yapılar modern dünyada bir konumdaysa bunun peşinde koşmak, buralarda görev almak şüphesiz ki çok şeyler katacaktır her bir tüccara.
Şu sıralar biz de Genç ASKON’da yeni bir dönemin Besmelesi için çalışıyoruz, yakında genel kurulumuz olacak. Yeni Genç ASKON Başkanımız M. Fatih Demirci’nin bayrağı devralmasıyla bu süreci çok daha ötelere götüreceğimize inancımız tam. Bu tren gidiyor, binenlerle yol yürümek bizim için de bir onur vesilesi olur.
Medyada ticari olarak var olma fikri nereden geldi?
Aslında böyle bir düşünce diyebilirim ki aklımın ucundan bile geçmiyordu. Parayla olan ilişkim de maaşım yatar, lazım olan kadar cebimde nakit bulunur, düzeyindeydi. Kredi kartının kullanım mantığını bile bu işlere girdikten sonra öğrendim, kullanmıyordum öncesinde. Mecbur kalınca girdik o dünyaya da. Hala da birçok konuyu anlamakta güçlük çekiyorum, işin muhasebesel boyutunda, finans yönetimi noktasında. Ama bir şekilde çözülüyor işte Genç ASKON bu noktada epey verimli oldu dedim mesela. Ama benim hala da derdim buradan biz parayı bulalım, köşeyi dönelim gibi bir saik değil. Evet para lazım, yaşamak için, iaşe için, ayakta kalabilmek için, evladını okutabilmek için vs. Ama para, medya işlerinde daha çok lazım ne yazık ki. Zaten bu gerçeklikle yüzleşince kafam attı ve bu noktada girişimci olmaya karar verdim.
Benim derdim, hevesim, gayem hepsi medyada bir varlık gösterebilmek adınaydı aslında. Hala da öyle. Ve öyle kalması için de kendi içimde bir mücadelem var diğer yandan. Çünkü siz işte bunca hayale, bunca çalışanın hakkına girerek, onların emeklerini yüz üstü bırakarak varamıyorsunuz. Bu noktada Selçuk Beyin, Baykar’ın örnekliği çok kıymetlidir mesela bizler için. Evet, belki geceli gündüzlü bir çalışma temposu var, evet gerektiğinde damat olsanız bile aylarca konteynırda uyumak var ama karşılığında da çalışanlar için iyi bütçeli bir maaş ve sosyal haklar, iradenin başındakiler için de böyle tarihe adını altın harflerle yazdırmak var. Zahmetsiz rahmet olmadığından bahsediyoruz belki röportajın en başından beri. Baykar’da gördüğümüz örneklik de böylesi bir örneklik. Baykar kampüsündeki çalışanlar için otel inşası çok etkilemiştir mesela beni, fikir vermesi açısından. Ama dünya standartlarıyla yarışmak da böyle bir gayretin ürünü olabiliyor ancak. Yarışa çok geriden başlıyorsunuz çünkü her anlamda. Aradaki fark kapanacak ve ötesine geçeceksiniz ki bir kabulünüz olsun dünyada.
Ve biz Anadolu çocuklarının, düne kadar, başarabilmesinin tek yolu okumaktan ve memur olabilmekten geçiyordu. Mahallenizde, semtinizde bir iş adamı yoktu ki siz onun fabrikasında işçi olarak değil de bir yönetici olarak işe girebilesiniz. Hak ettiği takdirde tabi. Ötesini demiyorum burada. Ama bu artık böyle değil. Anadolu’dan metropole gelebilmenin tek yolu bu değil artık. Mesele metropol de değil aslında bir varlık gösterebilmekten, eser ortaya koyabilmekten, söz söyleyebilmekten bahsediyorum. Bu standartlar artık değişti, Türkiye’nin değişimiyle birlikte. Ticari iştiraklerin koca koca devletlere emir verebildiği bir düzlemde biz ticareti önemsemez bir durumda kalamayız. Dünya devi markaların, küresel dünya siyaseti üzerindeki ağırlığını konu ediniyorum burada. Hal böyleyken tutup da 50 yıl öncenin basamaklarına heves etmek bence doğru bir tercih değil.
Hem biz ticareti tavsiye eden ve kendisi de bir tüccar olan bir peygamberin Ümmetiyiz. O halde bize düşen, ona layık bir şekilde hem küresel piyasada var olabilmek hem de çalışanlarımıza yine onun öğüdüne kulak vererek alın teri kurumadan hakkını teslim edebilmek. Ama dediğim gibi burada ticareti ben bir araç olarak, medyayı bir amaç olarak konumlandırarak girdim bu yola. Medyadaki amaçlarımdan da zaten bahsettim. Ve dediğim gibi biraz da şartlar mecbur etti. Rabb’im umduklarımıza nail olabilmeyi nasip etsin, amin.
Biraz önce “Bizim Selimhan” dediniz. Türkiye, Selimhan diye bir çocuğu tanıyor son 2 yıldır. Nasıl oldu bu?
İsmini düşünmeye başladığımız ilk andan itibaren, her evlat gibi Selimhan da bizim için hep yüz akı oldu hamd olsun. Biraz Zelimhan Yandarbiyev’den biraz da Yavuz Sultan “Selim Han”dan ilhamla adını koymak bize nasip oldu oğlumuzun.
Tabi bizim elimizden kamera düşmeyince bundan o da nasibini aldı ilk doğduğu andan itibaren. Mümkün olan her anını kayıt altına alıyordum. Hem elime geçen yeni kamerayı deneyimlemiş oluyordum hem de ona güzel bir albüm oluşuyordu böylelikle. Tabi yıllar geçip Selimhan Efendi, dillenmeye başlayınca bu çekimlere onun sesi de dahil olmaya başladı. Biz zaten ara ara sırf ona hatıra kalsın diye bu tür çekimlere devam ediyorduk. TCG Anadolu Gemisi’nin Sarayburnu gibi tarihi bir yere konuşlanıp, üzerine Akıncı gibi milli gururlarımız da konulup halkın ziyaretine açılınca her vatan evladı gibi biz de heyecanlandık ve fırsat kolladık binebilmek için. Ve sonrasında gelen o klip… Biz yine hatıra kalsın diye annesiyle birlikte çekmiş ve iftara çok az bir süre kala montajlamıştım. İftar ve teravih arasında onu yayınlayınca benim çok bir beklentim yoktu. Kendi heyecanımızı yansıtmıştık hepi - topu. Aradan 5 dk. geçti geçmedi, Gazeteci Ersin Çelik abi, -sağ olsun- bir baktım paylaşmış. Biz onun heyecanını yaşarken yayının tam 7. dakikasında baktık ki Selçuk Bayraktar abi beğendi ve güzel bir metinle alıntılayıp paylaştı. Zaten ondan sonrası malum; manşetler, canlı yayınlar vs.
Burada benim bir medyacı olarak kıymetli bulduğum şey aslında o ilk video değildi. Çünkü hasbelkader Türkiye’de bir sokak röportajı vererek de birileri ünlenebiliyor ve milyonlarca izlenmeye ulaşabiliyor. Aslolan bunun devamını getirebilmekti. Varsa bir başarı 2. içeriğin, herkesin TOGG’u merak ettiği bir zamanda fabrikasına gidip Bakan Varank Beyin ev sahipliğinde o çekimi yapabilmekti bence. Ve sonrasında Teknofest’te, Ayasofya’da, TİKA ile Bosna’da, Etnospor ile deprem bölgesinde, Gazze’nin gündem olduğu günlerde Balıkesir’deki Kudüs Camii’nde bu çekimleri yaptık ve hamd olsun her biri milyonlarca izlenmeye ulaştı. İletişimde aslolan, iletişimin kurulabilmesidir bence. Yani mesajınızı, kitlelere ulaştırabilmektir kıymetli olan. Dolayısı ile bize, kendimizce dava edindiğimiz konuları bu form üzerinden çocuklara, yetişkinlere iletebilmenin yolu açılmış oldu. Saye Medya süreci başlayınca tam 1 yıl bu üretimleri yapamadık, vakit olmadı. Gelen tekliflere de olumsuz dönüş yapmak durumunda kaldık. Ama 1 Ocak’ta Galata’daki “Bir Güneş Doğuyor” etkinliğinde bir fırsat bulup yeni bir söz söyledik ve baktık ki etkisi geçmemiş. Hala da karşılığı var. Bu bizi daha daha heyecanlandırdı ve şimdi hem Selimhan’ın animasyonu üzerine Umut Yolcuları İnsani Yardım Derneği ile Somali’de bir projemiz var hem de “Mehmet: Fetihler Sultanı” dizi seti, Suriye’de Emevi Camii, Kudüs’te gerçek Mescid’i Aksa ziyareti gibi yeni hayallerimiz var. Tutar, tutmaz bunu bilemeyiz. Taşı delenin suyun sürekliliği olduğunun bilinciyle biz bu üretimleri yaptık, bu inanç ve motivasyonla da gittiği yere kadar devam edeceğiz.
Söylediği sözün karşılık bulması, kitlelere ulaşması bence en kıymetli şeydir bir iletişimci için. Allah bize bunu Selimhan’ı vesile kılarak yapmayı nasip ettiyse, doğru bildiklerimizi onun üzerinden aktarmaya devam ederiz diye düşünüyoruz aile olarak. Anne kameraman, çocuk oyuncu, baba da işin öteki ucundan tutan bir aile olarak biz bu meselenin esiri de olmamaya çalışıyoruz diğer yandan. Bu bizim hayatımızı değiştirmedi mesela. Ve en büyük motivasyonumuz da Selimhan’ın daha 4 yaşından itibaren tüm Türkiye’den dualar almaya başlaması oldu. Dua alabilmek kıymetlidir bizim inancımızda. Bunu sürdürebiliyorsa, bizi ya da çocuğu esir etmiyorsa, kitlelere doğru şeylerin ulaşmasına vesile oluyorsa ne mutlu bize. Hamd eder, geçeriz.
Dediğiniz gibi bir babasınız aynı zamanda. Eş olmak, aile olmak bu gündemin neresinde?
Biraz önce bedel ödemekten bahsettim. O hayaller uğruna bu bedeli tabi ki sadece ben ödemiyorum. Çevremdeki herkes ödüyor aslında. Arkadaşlarıma, akrabalarıma eskisi kadar vakit ayıramıyorum. Bundan en çok da tabi haliyle etkilenen daha yakınlarım, ailem oluyor. Selimhan ofiste büyüyor mesela. Okuldan çıkınca ofise geliyor her gün. Tatillerinin hepsi, ofiste geçmek zorunda. Bir yandan evet hamd vesilesi bu ama diğer yandan da çocuğun çocukluğunu yaşayabilmesi lazım. Ama o da bugünden belki de yarınlarının bedelini ödüyor. Geçenlerde bana “Bana ne zaman Photoshop öğreteceksin, büyüdüm artık ben” dedi mesela. Biraz sevinç, biraz bir baba için gurur ama biraz da hüzne sebep oluyor bu. Uzaktan kumandalı arabasının bozulan ışığının derdine düşmeliydi 6 yaşındaki bir çocuk belki de. Ama zor bir coğrafyada yaşıyoruz, onun yaşındaki çocuklar çok daha ağır bedeller ödüyorlar Gazze’de, Halep’te, Urumçi’de. Bunun da bilinciyle bir gidişatımız var. Ama biraz vakit bulup da onunla oynamak nasip olunca dünya umurumuzda olmuyor şükür ki. Yarım saattir belki o oyun, ama bu çılgınlar gibi oynamamıza engel değildir.
Eş olmak gündemine en son sıra geldi mesela yine bakın. Ama hamd olsun, orada da bu durumu idare eden bir anlayış olunca gerisi bir şekilde çözülüyor. Evlilik tercihlerinde işin biraz da bu boyutu değerlendirilmeli bu noktada. Biz bu planı çok evvelinden yapmıştık elhamdülillah. (Gülüyor…)
Tüm bu temponun arasında okul nerede peki? Ne mezunuydunuz?
Düz lise mezunuyum. O da örgün bile değil, açıktan. Hafızlık yaptığımız dönemler bunu öyle gerektirdi çünkü. İmam Hatip’e de gidemedik kat sayı meselesinden ötürü. Onun da son mağdurlarındanızdır diyebilirim. Üniversiteye başlayalı 10 yılı aştı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde uzaktan eğitim lisans öğrencisiyim 2013’ten bu yana. 3-4 ders kaldı ama bir türlü tamamlamak nasip olmadı. En son harcı yatırıp vizelere niyetlendiğimde işte bu Golaşa Belgeseli’nin galasına denk geldi sınav günü. Akıl bize tercihi galadan yapmayı tavsiye etti ve biz de gereğini yaptık. Sonra da bakamadım zaten şirket işlerinden ötürü.
Burada şunun altını çizmekte yarar görüyorum. Eğer bir öğrenci, iletişimin akademisini vs düşünmüyorsa bence okula ayıracağı vakti bu mesleğin tozunu yutmaya ayırmalı. Çünkü artık kimse ne okuduğuna bakmıyor. Hangi kameraları deneyimlediğine, hangi programda edit yapabildiğine, hangi eserleri bugüne kadar inşa edebildiğine bakıyor. İHH’da bundan 3-4 yıl önce yanıma stajyer alacaktık. Mülakat açtık ve bir sürü başvuru geldi. Şu okulun birincisi, bu okulun öğrencisi derken yüz yüze mülakat aşamasına geldik. Ben, ön mülakatı yapan taraftaydım ve karşımda yine benle aynı yaşta olan bir okul birincisi, fakülte mezunu bir arkadaş vardı. Ondan sonra ise henüz yeni okula başlamış, vakti olan başka bir arkadaş geldi mülakata. Ama bu ikinci arkadaş, mahallesindeki berberin kısa bir filmini çekmişti. Belki saçma sapan bir işti ama bizim tercihimiz, okulu birincilikte bitirmiş olan mezun arkadaştan yana değil; henüz okulunun başında mahalle berberinin videosunu çeken ya da çekmeye çalışan arkadaştan yana oldu. Ve biz, bu tercihten ötürü hiç pişman olmadık. Arkadaş bugün, işinin profesyoneli olarak hayatını sürdürüyor. Diğer 1. mezun arkadaş, belki de sektöre hiç başlayamadan bırakmak zorunda kaldı.
Bu sadece bizim bakış açımıza has değil, bugün medyadan bizden cv isteyenler oluyor. Onların da tercihi doğal olarak az çok toz yutmuştan yana oluyor. Ez cümle, bizim meslekte başarı, alaylı olmaktan geçiyor. Ama tabi ki hem alaylı hem mektepli olmak çok daha kıymetli. Vakti boşa harcamadan, belki de yine uzaktan eğitimler yoluyla hem diplomayı almak hem de erken yaşta bu işin çıraklık dönemini tamamlamış olmak bence çok daha kıymetli.
“Bunu iyi ki yapmışım” dediğiniz eserler var mı, nedir?
Mesleğin ilk yıllarında, o ateşli heyecanın da etkisiyle yaptığımız birkaç iş hariç, tüm işleri “İyi ki yaptık” diyebiliyorum hamd olsun. Ama burada bir tanesi var ki benim “Bitirme tezim”dir belki de. Adına “Yalancı Dünyanın Cenneti: Golaşa” dediğimiz, Trabzon’un Araklı Taşgeçit Köyü’nde çektiğimiz belgeselimiz, benim için tüm işlerin ötesinde bir yere sahiptir. Hem İslami hem de kültürel değerlerimizi bir arada ortaya koyabildiğimiz nadir bir eserdir çünkü. Ve bunu biz, Türkiye’deki binlerce köyün arasından birinde, köyün yaşatma derneği üzerinden yapmış oluşumuz ayrıca kıymetlidir. Kendi halinde bir nalbur, bir hırdavatçı gibi esnaflar yüklenmiştir bu projenin mali yükünü. Ve Sakarya Serdivan’da salonu tıklım tıklım dolduran bir galaya, ardından TV yayınına ve sonrasında da Youtube’da kendi kategorisinde izlenme rekoruna ulaşan bir yapıta dönüşmüştür. Ve ben tüm bu proje tasarımını, çekimi, montajı, galayı, TV yayınını, Youtube rekorunu teknik olarak tek başıma başarmışımdır. Yani İHH’dan ayrıldıktan hemen sonraki ilk işimdir bu ve taksidini ödeyip ödeyemeyeceğim belli olmayan kamerayı, dronu satın alarak yola çıktığım bir zeminde bu proje başarılmıştır. Ve bugünlere de o taşımıştır büyük ölçüde bizi. Çünkü reklam satın almayı da bu proje deneyimletmiştir bana.
Bu arada bu bahsini ettiğim köy bizim için, ayrıca bir öneme sahip. Çünkü benim hem annemin hem babamın kendi asli köyü bu topraklar. Aradaki 50 yıllık fetreti de kapatmaya vesile oldu bizim aile açısından bu eser. Günün sonunda biz, hem o nalburlardan topladığımız 5’er, 10’ar bin liralarla belgeseli çekmiş, TV’de yayınlatmış hem de derneğin bir yıllık kirasını, eğitim masraflarını üstlendiği bir bütçeye dönüştürebilmişizdir. Bununla da kalmamış derneğin yönetim kuruluna girmeme vesile olmuştur bu eser. Şimdi tüm köylü neredeyse tanıyor beni ve gittiğimizde her biri evinde misafir etmek istiyor. Artık bizim aile açısından, “Gitmesekte, görmesekte o köy bizim köyümüzdür” söylemi mazide kaldı. Evet bizim bir köyümüz var. Selimhan bile arada bir “Golaşalıyız biz” diyebiliyor artık. Ve o köye biz gidebiliyoruz hamd olsun.
Tabi bu işin teknik tarafındaki başarısıydı. Yoksa mazlumların sesi olmak adına yaptığımız her eser, her belgesel, her yayın çok daha kıymetlidir. Hele de işkence gören bir adamın işkence saatini 8’den 7’ye indirebildiyse bu yayınlar, bunun kıymetini anlatabilmek mümkün değil. Rabb’im hepsine yetebilmeyi, seslerine ses verebilmeyi nasip etsin. Ve daha da önemlisi bize, işte Suriye’deki gibi zafer haberlerini de yapabilmeyi nasip etsin.
Meslek gerekliliği olarak hala yurt dışı ziyaretleriniz sürüyor. Ne kattı tüm bu seyahatler size?
Öteki kültürleri tanımak kıymetli. Bu insana tahammül etmeyi, sabretmeyi de öğretiyor bir anlamda. Bir şeyi olduğu gibi kabullenebilme kabiliyetiniz gelişiyor zamanla. Bunun kattığı tecrübeyi tarif edebilmek mümkün bile değil. Tabi bunun ötesinde biraz önce de bahsettiğim mazlum coğrafyalardaki feryada kulak verebilmek, kamuoyunun dikkatini buralara çekebilmek de ayrıca bir tecrübe ve hamd vesilesi.
Ve yurt dışında aslında tek başınasınız. Makineniz, tecrübeniz ve siz varsınız. Bir bakıma meydan yeri gibi. Kendinizi test etmeniz, kendi sınırlarınızı zorlamanızın da bir mihenk taşı olabiliyor değerlendirmesini bilene bu seyahatler. İstanbul’daki yoğun tempodan sıyrılıp o tozlu coğrafyalara ayak basınca evet belki bedenen yoruluyorsunuz ama ruhen de bir anlamda iyileşiyorsunuz. Değişiklik her zaman zihni dinlendiriyor çünkü. Tabi oradan da ayrıca başkaca dert ve yüklerle geri dönüyorsunuz, gördüğünüz garipler, çıplak ayaklı çocuklar…
Son cümleler?
Günün birinde bir şeyleri gerçekten başarmak nasip olursa, torunlarıma şu sözü, Bilal Dedelerinin atasözü olarak bellemelerini tavsiye edeceğim: “Ufuk, Allah’u Teala’nın yeryüzündeki bir kuluna nasip edeceği en büyük nimettir!”
Anlayana, anlatana, aktarana selam eder, dua bekleriz…