Deleuze’den sonra sinemaya ne oldu?
RABİA BULUT
“Felsefe yolda olmaktır.” der Karl Jaspers. Felsefenin yolda olmakla ilişkili olduğunu fark ederiz. Yolda olmak da zamanla ve mekanla ilişkili olmayı da beraberinde getirir. Sinema ve felsefenin yan yana gelmesi de bu noktadan olur. Sinema felsefesi dediğimizde karşımızda Fransız filozof Gilles Deleuze ismi çıkar. Modern felsefenin filozoflarından olan Gilles Deleuze’den Sinematik köşesinde bahsetmemizin sebebi ise Vakıfbank Kültür Yayınları’ndan çıkan Richard Rushton imzalı Deleuze’den Sonra Sinema kitabıdır. Deleuze’ün Sinema 1 ve Sinema 2 kitapları onun sinema felsefesine ilişkin ortaya koyduğu temel eserlerdir. Norgunk Yayıncılık tarafından iki kitabında Türkçe olarak basıldığını belirtelim ve kitabımıza geçelim.
Hareket-imge ve zaman-imge kavramlarını Deleuze’ün felsefesinin temelini oluşturur. İki kavramın anlamına dair çeşitli görüşler, yorumlar bulunuyor ama yazımızın ana ekseni orası olmadığı için oraya kaymıyoruz. Rushton’un kitabı 10 bölümden oluşuyor. “Deleuze’ün Sinema Felsefesi Hangi Soruları Cevaplar?” sorusuyla ilk bölüm başlıyor. Bize kitapta neyi amaçladığını anlatıyor. İyi ki de yapıyor. “Filmler daha ziyade kendi felsefeleriyle gelir, onlar kendinde felsefidir. Bana göre bu, yani filmlerin kendilerini incelemek, Deleuze’ün Sinema kitaplarının temel amaçlarındandır ve kuşkusuz bu kitabın da başlıca amacıdır. Dolayısıyla şunu doğru anlayalım: Deleuze, sayesinde sinemayı izah edeceğimiz bir felsefe icat edemez. Aksine, sinema bize kendi felsefelerini sunar, Deleuze de Sinema kitaplarında bunu izah etmeye çalışır.” diyerek amacını anlatır. Sinema 1 ve Sinema 2 kitaplarının felsefi dayanakları oluşturan dört anahtar kavramı da: imge, hareket, zaman ve tarih şeklinde belirtir. Belirttiği bu noktalar kitap boyunca ele aldığı yönetmenleri ve filmleri birbirine bağlayan ve birbirinden ayıran noktaları oluşturur. Bir nevi bize yol haritası çıkarıyor diyebiliriz.
İMGE VE SİNEMA
Kavramlara dair her bir açıklamaya yer vermek mümkün değil ama hareket-imge ve zaman-imge kavramlarına bir yer açmak gerekiyor. İmge kavramı Deleuze’ün filozof Henri Bergson’dan aldığı bir kavram. Ama tabii ki kendi felsefesine dair bir tanımlamada yapar. O da imgeyi gerçeğin bir yansıması olarak değil de tek gerçek olarak konumlandırır. Bir şeyin imgesi onunla ilgili bilebileceğimiz tek gerçektir. Rushton; “İmgenin böyle anlaşılması sinema açıdan muazzam sonuçlar doğurur. Deleuze film çözümlemelerine bu filmlerin yarattığı imgeler üzerinden yaklaşır, bu imgelerin temsil ediyor olabileceği şeyler üzerinden değil.” diyerek Deleuze’ün imge anlayışının sinema felsefesi için ne ifade ettiğini tam olarak ortaya koyar. Hareket-imgede imge ve hareket bir bütündür. Hareket imgenin işareti değildir. “Hareket-imge filmleri genellikle bir sorunla ya da sorunlar kümesiyle tanımlanır, buna bir çözüm bulunmalıdır.” bu düşünceyi yansıtan filmlerde Deleuze’e göre İkinci Dünya Savaşı’na kadar yapılan filmlerdir. Kamera sorunları göstermek ve çözüm üretmek üzere konumlanmıştır diye düşünebiliriz. Kitapta, Hareket-İmge başlığı altında D.W.Griffith’in, Sergey Ayzenştayn’ın, Abel Gance’nin, Fritz Lang’ın, John Ford’un, Elia Kazan’ın, Howard Hawks’ın ve Alfred Hitchcock’un filmlerinden bazılarını Deleuze’ün ilişkilendirdiği kavramlar altında incelemeye alıyor.
“Zaman-imge bize zamanın doğrudan imgesini sunar, zira değişime açıktır. Zaman-imge filmlerinin tesis ettiği sorunlar belirli bir yolda çözülmez, çözümler daha ziyade açık bırakılmıştır.” diyerek tarif edilen zaman-imge aslında tarihi bir değişiminde sonucu olarak görülebilir. Zaman değişir. Olaylara bakış değişir. İmgenin de zaman noktasında konumlanışında farklılıklar oluşur. Deleuze’ün zaman-imge kapsamında ele aldığı yönetmenler ve sinema akımları da Zaman-İmge başlığı altında ele alınıyor kitapta. Başlık altında yer alan akım ve isimler; İtalyan Yeni Gerçekliği ve Sonrası, Max Ophüls, Federico Fellini, Orson Welles ve Alain Resnais şeklindedir.
İMGELER YOLUMUZU GÖSTERİR
Tam bu arada “Düşünce ve Sinema” der Rushton. Aslında bütün bu çaba ikisi arasındaki ilişkisi zamansal ve anlamsal açıdan ortaya koymak adına yapılır. İmgeler zihnimizde bir yer kaplar. Sinema imgeler inşa eder ve o inşa üzerinden anlatır derdini. Onları anlamak çabası da düşünce ve sinemayı bir araya getirir. Sinema felsefesi de bu noktadan ortaya çıkar. Hareket-imge ve zaman-imge imgelerin insanın algısındaki değişimini gösterir. Farklı noktalardan da bu imgeler değişir ve parçalanır. Ama Deleuze için bu durum kötü bir şey değildir. Sinemanın yapabileceklerinin sınırsızlığını ortaya koyar. “Sinema, dünyaya inancımızı geri kazandırabilir. Nasıl, diye sormamız gerek burada; bütün bunlar nasıl olur?” diyerek Rushton avucumuza bir soru bırakır. Bu sorudan sonrada “Bu Dünyaya Duyulan İnanç” başlığını açarak Jean-Luc Godard’ın sinemasını zaman-imge açısından inceler. “Godard filmleri bize bir şey öğretmeyi, bize bir şey söylemeyi, bize vaaz etmeyi ya da bize ders vermeyi reddeder. Bu filmlerle yapmamız gereken, bu dünyaya olan inancı keşfetmek için kendi yolumuzu bulmaktır.” diyerek aslında izleyiciyle bir işaret verir.
Peki Deleuze’den sonra ne olmuştur? Bu sorunun da cevabı vardır kitapta. Steven Spielberg, Martin Scorsese, Luc Besson, Lars Von Trier, Wong Kar-Wai, Abbas Kiyarüstemi, Deleuze’den sonra imgenin değişimini gördüğümüz yönetmenlerdir. Sinemada imgenin değişiminin yansımalarını onların filmlerinde görürüz. Kendi yolumuzu bulmak için imgeler bizim aracımız olur. Deleuze’den Sonra özellikle sinema felsefesi alanı çalışanlar için ufuk açıcı bir kitap olduğunu söyleyelim. Alanla ilgilenmeyenler içinse zor bir okuma serüveni olabileceğini belirtelim. Vakıfbank Kültür Yayınlarına da sinema alanında güncel yayınlara hız kesmeden devam ettikleri için teşekkür ederek yazımızı bitirelim.
İkinci Yeni dönemini yeniden okumak
İslam Sanatları karşısında müsteşrikler Clément Huart ve hat sanatı